defa okundu
BİR MÜSTEŞAR DAHA
Muhsin ŞENER
E.MEB.Müfettişi
9 Ocak 2004 günü akşamı Star TV’de Ceviz Kabuğu’nu izledim. Konu Eğitim Bakanlığının açmayı tasarladığı ve tüm hazırlıklarını yaptığı anlaşılan Sosyal Bilimler Liselerinde okutulacak olan Osmanlıca dersleriydi. Programa Bakanlığın yeni Müsteşarı Prof. Dr. Necat BİRİNCİ ve arkadaşımız Dr.Kemal ATEŞ katılıyorlardı. Sayın Ateş, bu liselerde okutulacak olan Osmanlıca derslerine karşı çıkıyordu. Gösterdiği gerekçeler inandırıcı olduğu halde savunma biçimi ve söylemi yeteri kadar etkin ve inandırıcı değildi.
Program boyunca Bakanlık müsteşarının tutumu ve kimi sözleri çok yadırgatıcı oldu. Daha sonra bu yadırgatıcı tutum basına da yansıdı.
Radikal gazetesi (17 ocak 2004 tarihli), “ben milliyim, milliyetçi değilim” ; “ümmetçiyim; ben bir inancın mensubuyum. ona siz ne derseniz deyin, ister ümmet deyin, ister inanç sistemi deyin.” Biçimindeki tartışmayı veriyor, bu tartışmanın öğretmen örgütlerindeki yansımasını aktarıyordu.
Milliyet gazetesinde ( 17 ocak 2004 tarihli) Hasan PULUR köşesinde, Başbakanlık müsteşarı ile Eğitim Bakanlığı müsteşarını ele alıyor ve “Başbakanlık müsteşarı Ömer Dinçer laik Cumhuriyetin devrini doldurduğunu, ‘siyasall islamın karar mekanizmalarını ele geçirmesini’ söylüyor; Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Necat Birinci eveleyip, gevelese de ‘ümmetçi’ olduğunu söylüyor.”
“ve biz ‘adım adım karşı devrim’ dedik diye yadırganıyor.”
“Bu memlekette insafın yeri yok mu?”
diye soruyor.
Sosyal Bilimler Lisesi
AKP hükumetinin, Eğitim Bakanlığında yapmayı düşündüğü yeniliklerden biri de Sosyal Bilimler Lisesi adında yenii liseler açmaktı. Bu liselerde okutulacak derslerin programları, ders çizelgeleri yayımlandı. Lisesin amacının, tarihsel olarak geleneksel kültürümüzle çağdaş kültür arasında oluştuğu düşünülen uçurumun ortadan kaldırılarak geleneksel kültür ile bağlantıyı yapabilecek elemanlar yetiştirmek yanında hayata ve iş alanlarına ve yüksek öğretime öğrenci yetiştirmek olarak belirtiliyor genel çizgileriyle.
Geleneksel kültürle çağdaş kültür arasındaki uçurum, öteden beri ve özellikle yeni ABC’miz kabul edildikten sonra, bir bölüm aydın tarafından çok çok vurgulandı. Arap alfabesinin yeni alfabe ile yer değiştirmesinin ardından, gelecek kuşakların, geleneksel kültür ve onun kaynakları üzerinde çalışma yapamalarının ve onu algılayıp alımlamalarının mümkün olamayacağı; böylece bir kültürel kopukluğun oluştuğu savlanmakta ve bu sav hala sürdürülmektedir. Geleneksel kültürün ve onun kaynaklarının, yetişen kuşaklar tarafından kolayca algılanabilmesii ve alımlanabilmesinin bu kuşakların yetişmesi ve yeterlilikleri açısından önem taşıdığı varsayılmıştır. Başka bir deyişle, yetişecek kuşaklar geleneksel kültürü ve onun kaynaklarını algılayıp alımlayamamış olurlarsa yanlış yetişmiş olacaklardır denilmek isteniyor. O nedenledir ki Arap Alfabesi öğretilerek geleneksel kaynaklara inilsin ve onlar günyüzüne çıkarılarak kuşakların yararlanmasına sunulsun isteniyor. Sosyal bilimler liseleri bu işi yapacak elemanlar yetiştireceklerdir.
Oysa, Üniversitelerin Türk dili ve debiyatı, Arap Dili ve edebiyatı, Fars Dili ve edebiyatı vb...bölümlerinde Osmanlıca Dersleri ve tabi Arap Alfabesi yani eski yazı okutuluyor. Geleneksel kaynaklara inebilecek çok sayıda eleman var hala çalışanlar arasanda. Bunların sayılarının onbeş bin kadar olduğu program içinde de söylendi. Geleneksel kültür kaynaklarına inilmek isteniyorsa eğer neden bu elemanlardan yararlanılma yoluna gidilmiyor? Bu sorunun hiçbir doyurucu yanıtı yoktur!...Sosyal bilimler liselerinde eski yazı okutulmasının böyle tutarsız bir nedene bağlanması hiç inandırıcı gelmiyor.
“geleneksel kültüre sahip olma” düşüncesini ileri süren kimi gelenekçi çevrelerin, iktidardan da yararlanarak isteklerine ulaşmak için bu yolu seçtikleri anlaşılıyor
Bu liselerle ilgili daha çok şey söylenebilir.
Bir müsteşar daha
Sosyal Bilimler Lisesi ile ilgili açııklamalar bir yana, programda Sayın Ateş’le Sayın Müsteşar Necat Birinci arasında geçen tartışmalarda ortaya çıkan kimi konular ve durumlar çok daha ilgi çekici bulundu.
Örneğin Sayın Müsteşar ‘Osmanlıca’ adında bir dil olmadığını ısrarla vurgulamıştır. Bu dilin Türkçe olduğunu söylemektedir. Osmanlının tarih sahnesinde bulunduğu sürede yaşamış olan bu dilin, Anadolu halkı tarafından anlaşmadığı, o nedenle de konuşulmadığı kendisine anımsatılmış olmasına karşın kimseyi dinlememekte çok ısrarlıı olmuştur. Anadolu halkının kendi diliyle oluşturduğu ‘Halk Edebiyatı’ diye kocaman bir alan da vardır oysa... Eğer Osmanlıca, Türkçe ise Halk Edebiyatının diline ne ad verilecektir? Ve Osmanlıca Türkçe+Arapça+Farsça’nın karımışı; bu dillerin kurallarını da birliğinde getirmiş bir dildi.
Osmanlıcanın, altıyüz yıl içinde Divan Şiiri ve Divan Nesri olmak üzere kocaman bir birikim yarattığı yadsınamayacak bir gerçekliktir. Sayın Müsteşar, burayı parmağına dolayarak geleneksel kültür diyor da başka bir şey demiyordu...
Bizde Cumhuriyet ve ardından gelen devrimler ( ki bu sözcük de sayın Müsteşarın, tüylerini diken diken eden sözcüklerden biridir. Çünkü ‘ben devrim demem, inkılap derim; devirme taraftarı olanlardan değilim.....” gibi çok saçma ve sığ bir yaklaşım göstermekteki ısrarı bu göstermektedir. Ayrıca, inkılap sözcüğünün inkilap sözcüğü ile ayrımını, yaşları kemale erenlerin çoğunun yapamayacağı bilinirken, içinde devrim sözcüğünün de bulunduğu Türkçe’nin ne kadar kolay anlaşılıp kavrandığını ve söylendiğini gösteriyor. Hemen belirtelim, inkilap: köpekleşme demektir; inkılap ise devrim, değişim ve dönüşüm demektir.) toplumsal değişim ve dönüşümü gerçekleştirmek üzere oluşturulmuşlardır.
Değişim ve dönüşüm önemli ölçülerde gerçekleşmiştir. Yeni yazı, çok kısa zamanda okur yazar olmayı sağlamıştır. Ulus, cehaletten kurtulmanın önemli ilk basamağına ayağını böylece attı. Kılık kıyafet değişimi ile çağdaş bir görünüme kavuşulmuştur.. Okul sistemi değiştirilmiş, iki başlı okulculuk, Eğitim Bakanlığına bağlı çağdaş okulculuğa dönüştürülmüştür. Kadın-erkek eşitliği, okullarda kızların okumalarına ivme kazandırmıştır.Toplumsal yapı medenii kanun çerçevesinde sağlam temellere oturtulmuştur. Ailenin toplum içindeki yeri ve önemi berkitilmiştir. Kanun egemenliği gerçekleştirilmiştir.vb...vb...
Tüm bu değişim ve dönüşümler aslında toplumun, dünyayı ve varlığı algılamasında ve alımlamasında gerçekleşen değişim ve dönüşümlerdir. Örneğin Avrupa’da Fransız ihtilalinin meydana getirdiği değişim ve dönüşüm dünyanın ve varlığın algılanmasını değiştirmiş; Keşifler ve İcatlarla, Rönesans ve Reform hareketlerinin Avrupa insanıı üzerinde yaptığı etkiler, değişim ve dönüşümlerde yepyeni bir bakış ve kavrayışın oluşmasını sağlamıştır. Artık evren, dünya, insan, varlıklar....sebep ve sonuç ilişkileri içinde, bilimsel bir yöntemle ele alınıp kavranmaya, algılanmaya ve geliştirilmeye başlanmıştır. Bu, varlığın yeniden algılanması anlamına geliyordu.
Avrupa, bu yoldan yürüyerek yeni bir uygarlık, Batı Uygarlığını yarattı.
Gelenekle eklemlenme
Gelenek, bir toplumun kendisini oluşturan özyapısına (karakteristik) ve dizgeselliğine (sistematik) içinden bakmasıı demektir. Bu, o toplumun özyapısal nitelikleri ile o niteliklerin dizgeselliğinin felsefi ve sosyolojik olarak irdelemesi anlamına geliyor. Batı, geleneği kapsamlı bir gerçek olarak benimsemiş; gelenek olgusunu, gündelik yaşam içinde sürekli olarak sorgulamakta hiçbir bakınca görmemiştir.
Ayrıca, değişim ve dönüşümlerin kavranması ve algılanıp alımlanmasını kültürel birikimlerin ve geleneklerin belirlediği gerçeğini de benimsemiştir.
Doğu toplumlarında ve bizde gelenek, dünyanın ve varlığın algılanması/alımlanması ile bunun yaşama yansımasının, bir bütünlük içinde olduğu varsayımı üzerine kurulmuştur...Bu bütünlük, aşkın/tekçi bir kavrayıştan kaynaklanmaktadır. Geleneğin üzerinde oturduğu bu epistemik taban, hala böyle algılanıyor. Varlığını epistemik yapısında oluşturulacak bir değişim ve dönüşümün bu tekçi tabanı görmezden gelmesi mümkün olamamıştır/olamamaktadır.
Türkiye toplumu, Devrimlerle yeni bir uygarlık çerçevesi içine girdi: Batı Uygarlığı/ Çağdaş Uygarlık denilen bu çerçeve içinde dünya ve varlığın algılanması/alımlanması ile onun yaşama yansıyan yanları arasında bir bütünlük, birlik yoktur. Varlık, kimi benimsemelere dayandırılamaz. Varlık, bilimsel yöntem denilen yolla ortaya konur ve gerçekliği değişmez. Bunun ancak yaşama yansıması değişebilir. Varlığın algılanması ve alımlanması değişik biçemler içinde olabilir. Bunlar, algılama ayrımlarını ortaya kor. Felsefede/ sanatta bu ayrımlar üzerine kurulmuş birçok düşünce ve sanat alanı olmuştur, vardır.
Batıda, geleneksel ile yeni aynı taban üzerinde gelişmişlerdir. Böylece çok kültürlülüğe bir kapı da açılmıştır. Biri ya da öbürü arasında bir seçim yapmak zorunluluğu ortaya çıkar ve bu zorunluluk insan hakları güvencesi altındadır.
Doğu toplumları, varlığı yüzyıllar boyunca yineleyerek gelirlerken Batı toplumları zamanın ve yerin, olayların yansımalarıyla varlığı değişik yanlarından ve değişik biçimlerde ortaya koymuşlardır. Onlar, varlıktaki epistemik (bilgibilimsel) değişim ve dönüşümü ele alırlarken Doğu toplumları, varlığın epistemik(bilgibilimsel) değişiminin hiç ayrımında olmadılar. Atatürk ve arkadaşları, devrimlerle bu durumun altını çizmişlerdir.
Bu gerçeklik, Devrimlerin felsefesinde ve Atatürk’ün ‘yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir,fendir.’ sözünde saklıdır.
Cumruriyet, Devrimlerle yepyeni bir epistemik alan üzerine kurulmuştur; gelenekle hiçbir ilişkisi yoktur. Gelenekselle arasında bir bağ kurulmaya çalışılması yanlıştır ve kurulacak bağ da yapaydır; ölüdür. O nedenledir ki Osmanlı ile Cumhuriyet arasında hiçbir bağlantı yoktur.
Örneğin, Divan Şiiri ile Çağdaş Şiir arasında da temelde hiçbir bağlantı kurulamaz. Bu geleneksellikten yararlanılması söz konusu edilemez. Çünkü Divan Şiirinin dayandığı temel epistemik yapı aşkın/tekcil bir yapıdır ve bu yapı bilimsel yollarla kavranamaz. Oysa Çağdaş Şiirin dayandığı epistemik yapı, bilimsel esaslarla kavramanabilecek bir yapıdır.
Bunu önemsiyorum.
Başbakanlık Müsteşarı Sayın Ömer Dinçer’in, ‘islamın yaşamı bir bütün olarak kavradığı gerçeğinden yürüyerek tüm karar süreçlerinin islami bir yapılanmaya kavuşturulması....’ biçimindeki düşüncesi, geleneksel kültürün dayandığı aşkın/tekçi epistemik yapılanmadan geliyor. Bizde çağdaş uygarlık/kültür ile geleneksel uygarlık/kültürün bir arada olamayacağı gerçeğinin altını çiziyor Sayın Dinçer de. Ne var ki, ‘gelenekseli mi çağdaş olanı mı?’ yol ayrımında Atatürk devrimleriyle gelinen değişim ve dönüşüme karşın gelenekselcilerle birlikte olması ve bu düşüncenin hala yanında bulunması onu, yürürüttüğü görevle de tamı tamanı ters köşelere savurmuş bulunuyor.
İlk tedirginlik yaratan Müsteşar o idi...
Oysa şimdi, bir de Eğitim Bakanlığı Müsteşarı var!
Dünyanın yeniden oluşan yapılanmasında, AB içinde yer almak isteyen Türkiye’de, yeni insanı yetiştireceği kuşkusuz olan Eğitim Bakanlığının Müsteşarının hala, ‘millicilikle milliyetçilik’ çizgisi üzerinde ısrarla durduğuna ve ‘devrim’ sözcüğünden bile huylandığına tanık olmak gerçekten ümitlerimizi kırıyor. Geleneksele bu denli bağlı olan bir eğitim bakanlığı müsteşarının, çağdaşlıkla nasıl bir ilişki kuracağı daima bir büyük soru işareti olarak kalacak! Atatürk’ün getirdiklerinin insanımızda oluşmasını istediği kavrayış ve alımlama değişikliği ile dönüşümü görmesinin ise hiç mümkün olmayacağı ayan beyan ortada duruyor!...
Eğitime yarım yüzyıla yakın hizmet etmiş biri olarak Eğitim Bakanlığının 21.yy’da bu çizgideki bir müsteşarla çalışmasını büyük talihsizlik olarak gördüğümü belirtmek istiyorum.
Reşat Tardu’lar, Ferruh Sanır’lar, Bahir Sorguç’lar, Nihat Bilgen’ler ve hele Bener Cordan’ları saygı
Ve özlemle anımsamamak mümkün mü?
Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.
Yazıların her haklı saklıdır.