Hit Counter defa okundu

İÇ İNSAN

 

 

Muhsin ŞENER

 

Nazım için 

 Nazım’ın vatandaşlığının geri verilmesi için son haftalar içinde olumlu ve olumsuz yönlerde yoğun bir propaganda çalışması var. Başbakan  bu konuya   ilişkin kararnamenin koalisyon ortaklarıyla birlikte konuşulup hazırlandığını söyledi. Oysa daha önce basına yansıyan haber kültür Bakanının  hazırlık yaptığı yönündeydi. Bu hazırlıktan sonra  koalisyon ortakları haberdar edilmişlerdi. Gün  geçtikçe  koalisyon ortaklarının hazırlıktan hiçbir haberleri bulunmadığı, özellikle MHP’nin bu konuya karşı olduğu, ANAP’ın ise esen rüzgarlara göre davranacağı açıkça ortaya çıkıyor.

            Mitterand’ın sağlığında ona, Seartre’ın komünist olduğunu ve Fransa’nın çıkarlarına aykırı davrandığını  falan söylüyorlar.  Şikayetleri dinliyor, söylenenlerin doğru  olabileceğini  belirttikten sonra “Seartre,Fransa’dır beyler !”diye karşılık veriyor.

 

            O Mitterand, Yaşar Kemal’le aynı masada yemek yemekten ve şarap içmekten gurur duyan  insandır!..

 

            Seartre’sız bir Fransa olabilir mi hiç ?

            Böyle bir şey düşünülebilir mi ? 

 

Başkan Mitterand, bir “iç insan” örneği de gösteriyor: O kendisidir...

 

İç insan, bağımlılıklarını en aza indirgeyen bağımsız insandır. O, dış ve geleneksel bağların etkilerin  bağımsızlığını en alt düzeyde etki altına alabildiği insandır. Ne dış’ın ne de ’in etkisi altında değildir. Hem ’in hem de dış’ın etkisi altındadır. Onların çok denge halinde olduğu ve sağduyunun her zaman  öne çıktığı bir  insandır iç insan.  Her zaman ve zeminde insandan yanadır iç insan. Onun hakkını ve hukukunu korur. Onun  ‘insan gibi’ yaşamasının koşulları için sürekli didinendir iç insan.

 

İç insan, geleneksel ile kurduğu dengeli ilişki sonucunda  bir değerler  birikiminin  kendini yönlendirdiği; ve kararlarında  bu birikimin  damgasının bulunduğu bir yapı koyar ortaya. Çağın getirdiklerine hiç yabancı değildir ve onlar karşısında şaşkın da değildir.  Değişim ve gelişime açıktır iç insan. Onu içselleştirdiği için iç insandır zaten.  Değişim ve gelişimde hiç göz ardı edemeyeceği   şey insandır onun.  İnsanın  hakkı hukukudur.  İnsan her zaman önde ve ilerdedir.

 

Bireyler, benliklerinde  bir iç insan geliştirmek zorundadırlar, zorunda olmalıdırlar. Evrenselliğe böyle varılabilir de ondan...Bir dünya insanı  geliştirme ve içselleştirme böyle gerçekleşebilir. Yoksa  insan örneğin kimlikten yürüyebilir. Her şeyi ve her şeyini o pencereden görebilir. Haksızlıklar yapabilir. Onu anlayanların çoğunlukta bulunması haklı ve yerinde düşündüğünü göstermez hiçbir zaman, göstermemiştir.  Böyle insanların en belirgin yanları  kısırlık ve sığlıklarıdır. Onlara bu yanlarını bir türlü anlatamazsınız. Anlamalarına olanak yoktur da ondan. Gözlerindeki at gözlükleri  doğruyu görmelerini her zaman önlemiştir.

 

Kimlik böyle düşünen insanların en çok battıkları bir bataklıktır. Her şeye oradan  baktıkları için  kimlik kan bağı ve dinsel öğelerle  onların gözlerinin önünde yoğun mu yoğun bir  engel oluşturur. Geleneklerinden de bu yönde yararlandıklarından  çok tutucu olurlar ve gelişime, değişime şiddetle karşı çıkarlar.

 

Mitterand  bir iç insandı. Fransa onun kişiliğinde temsil edilirken bile  Fransa’nın aleyhine  davranan Searte’ın yanında yer almıştı. Çünkü  onun  evrensel insanının yanında olduğunu biliyordu. Onu şikayet edenler gibi   düşünmüyordu.  İç insanı izin vermemişti buna.

 

Niye bunları söyledim?

Son haftalarda  Nazım için   gazetelerde ve Tv programlarında  bir takım siyasiler hepo şikayet edenler gibi  yapmaya başladılar. Sayıları da gün geçtikçe artıyor bunların.

Görünen odur.

 

Bunların kimileri  Nazım’ın vatan haini olduğunu açıkça söylüyor. “Nazım’ın milli şair olarak nitelendirilmesi mümkün değil.  Kurtuluş Savaşı şiirini Moskova’da yazdı. Bizim Kurtuluş Savaşımızla  sadece isim benzerliği var”; “dirisi işimize yaramadı ölüsü mü yarayacak? Ölüsü ne işe yarayacak. Tanrı Türkü korusun!”; Nazım, “eski Sovyetler  Birliği’nin  Komünizm propagandisti” ;  “Af talebi bile yokken, ben Nazım  Hikmet’i  niye affedeyim?” ; “Türkiye’nin başka işi yok mu?” ; “Nazım Hikmet’i Atatürk affetmemiş, biz niye affedelim?  Biz Atatürk’ten büyük müyüz?  Nazım’a vatandaşlık vermek enflasyonu indirecek, işsizliği önleyecekse destekleriz” ; “ Türkiye’nin Nazım Hikmet’e itibarını ve vatandaşlığını vermeden  daha önemli sorunları  bulunduğunu” söyleyenler vardır (Hürriyet Gazetesi,Gündem sayfası,14 Şubat 2001) ve bunların sayıları giderek artıyor.

 

Bu sözlerin sahipleri  iktidardaki bir  partinin milletvekilleri ve bakanlarıdır. Tabii  parti olarak ne düşündükleri açıkça ortada duruyor. Hala o soğuk savaş döneminin beyinleridir bu beyinler ve bilinçler.

 

Ne diyorlar?

 

Nazım’ın Kurtuluş Savaşı  Destanı adını taşıyan bir uzun  şiiri var mı? Var!

Bu şiirde  ele alınan konu Türk insanının 20.yy.başında Anadolu toprakları üzerinde   Mustafa Kemal ve arkadaşlarının  önderliğinde başlattığı  Kurtuluş Savaşı değil mi? Evet  o savaştır!

Şiirde  adları   geçen insanlar Türk  insanları değil mi?  Hatta gerçek kişiler değil midir bu kişiler? Evet gerçek kişilerdir!

Peki,öyleyse  Kurtuluş Savaşı Destanı adını taşıyan bu yapıt  neden bizim kurtuluş savaşımızla sadece isim benzerliği olan bir yapıt oluyor ki? Böyle  bir yapıtı insan bu kadar göz göre göre ve yalan yere nasıl  inkar edebilir ki?

İç insanını geliştirmemiş olanların, bu inkar sözcüğünü bile anlayabileceklerini sanmıyorum!..

 

Onları anlıyorum...

 

Ve iç insanlarını geliştirmelerini falan da önermiyorum!

 

Sonra, Nazım’ın  Kurtuluş Savaşı Destanı adlı yapıtı Moskova’da yazmış olması  onun “milli şair”  olmasını önleyen ya da  lekeleyen bir  durum mudur allahaşkına?   Bir şairin milli şair olabilmesi için  ulusunun dilini ve ulusal konuları  yazmakla yetinmeyerek  bunları yazarken kendi memleketinde bulunması mı gerekiyor ki? Bu yeni bir ölçüt müdür ki? Bu,  kanbağı ve dinsel ağırlıklı kimliğe bu denli bağlı olmayı anlamak mümkünken şimdi bir de  böyle bir  ikamet yerelliği ölçütünü mü anlamamız gerekecektir artık?

İnsaf edilsin!..

 

Nazım’ın mezardan kalkarak  dilekçe vermesi mi bekleniyor ki, “af talebi bile yokken ben Nazım Hikmet’i neden affedeyim?” diye soruluyor? Bu, yorgunu yokuşa sürmektir; çalıyı baştan sürüklemektir, ve daha dır, tir, dır, tir!...

 

“Türkiye’nin başka işi gücü yok mu?” diyenler,  Mitterand’ı  anımsayabilirler mi acaba?

Hiç sanmıyorum!..

 

Bu nedenle değil mi ki, Fransızların  bir Seartre’ları varken ve o komünist ve Fransa aleyhine davranırken  “Seartre, Fransa’dır  denilerek  benimsenebiliyor?

Bu nedenle değil midir ki  bizim bir Nazım’ımız olamıyor ve olamayacaktır daha bir yüzyıl!..

 

“Enflasyonu indirecekse  Nazım’a vatandaşlık verelim”  derken  Nazım’ın  şairliği ile enflasyonu ayrı kefelere koyarak tartmaya kalkmak karşısında ne denebilir ki?

 

İç insan o nedenle önemlidir işte.

 

Ne ki  Seartre gibi, Gide gibi, Malraux gibi, Descardes gibi, Rimbaud.....gibi düşünce ve sanat çınarlarınıza sahip olmak ya da olmamak da bir seçimdir tabii...

Ne var ki bu seçimin, bir “tık!..” boyu dünyamızda   hiçbir şey ifade etmediği de ayan beyandır!..

Tercih sizindir!..

       

Sayılar...

Şu sayılar çok ilginç şeyler söylüyor:

(Hürriyet Gazetesi,7.2.2001,C.Ülsever, Gençlik Türkiye’yi Nasıl Görüyor? Başlıklı yazıdan...)

Gençlerin % 48’i Atatürk ilkelerini yeterli bulmuyor.

% 44.1’i ise yeterli buluyor.

Dünyayı kavrama konusunda ,Atatürk ilkelerini tamamen yeterli olarak  bulanlar ise % 13.5 kadardır.

 

Araştırmaya katılanların % 52’si, dünyayı kavrama ve anlamada Atatürk İlkelerini yeterli bulmaktadır. Ne var ki  bu orana yakın sayıda bir grup  dünyanın anlaşılması ve kavranması için Atatürk ilkelerinin yeterli olamayacağını söylemektedir. Bu durum  Atatürkçülük konusunun  ideoloji  düzeyinde ele alınarak ilkelendirilmesi ve esaslarının saptanıp uygulanabilir biçimde  açıklanmasını ve  eğitim öğretim aşamalarında ele alınmasını anımsatıyor. Yoksa Atatürk’e karşı olan bir önemli sayıdaki grup vardır ve bu belki de giderek büyüyecektir. Bunu düşünmek zorunluluğumuz vardır. Sayılar bunu  dayatıyor.

 

İç insanını geliştiren  bireylerin çok iyi anlayabilecekleri  bir alan vardır önümüzde duran.  Cumhuriyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik, Milliyetçilik, Devrimcilik ilkelerinden oluşan   Atatürkçülük  kavramı,  bu ilkelerin her birinin  çağdaş  yorumlarıyla birlikte  evrensel  bir yapıya kavuşturulması gerekiyor.

 

Enine boyuna düşünülmesi gerekiyor bu durumun...

 

En çok güvenilen on kurum sırasıyla: TSK, Özel hastaneler, Özel okullar, Sivil örgütler, Özel Üniversiteler, Dini kurumlar, Büyük Holdingler, Devlet üniversiteleri, MGK, DGM.

 

En az güvenilen kurumlar ise sırasıyla:

Siyasi partiler, Kızılay, TBMM, Hükumet, Devlet hastaneleri, Bakanlıklar, Belediyeler, Yazılı basın, Tv kanalları.

Bu sıralama  demokrasimizin geleceği açısından  gerçekten  önemli  satırbaşları  dayatıyor. En az güvenilen kurumlar arasında  dördüncü sırada bulunuyor TBMM. İlk sırada da Siyasi partiler var.  Onlarsız demokrasi olabilir mi?

Özel kurumların en çok güvenilir kurumlar arasında ilk sıralarda yer alması aslında sevindiricidir. Demokrasinin tabandan gelen bir sivilleşme ile gerçekleşebileceğini bilmeyen var mı? En güçlü demokrasiler böyle oluşuyor. ABD bunun en güzel örneğidir.  Köklü gelenekleri olmayan, dolayısıyla geleneklerine bağlanmak gibi bir sorunu da bulunmayan bu kitle toplumu demokrasiyi çok üst düzeyde kurma olanaklarını  yakalamakla kalmamış, onları  en iyi biçimde kullanmıştır da.

Bizim  gibi  her konuda köklü gelenekleri bulunan ve tarihi olan toplumların  bu tarihsellikle ve geleneklerle ilişkilerini sürdürmeden başlayan ve demokratikleşmeye dolaylı ve dolaysız mutlak anlamda etkileri olan  toplumlarda  bu konuların   Atatürk Devrimleri gibi  radikal  sosyal hareketlerle  düzenlenmesi ve  yenilenmesi  dayatmaktadır.

Önemli bir noktadır bu.

 

        Resmi Türkiye/ Öteki Türkiye...

İki gündür  Serdar Turgut bu iki kavramı  irdeliyor köşesinde (Hürriyet Gazetesi, 14,15 Şubat 2001).

Referansını  yoğunluklu olarak dinden alan toplum kesimleriyle  bilgiden ve bilimden alan toplum kesimleri arasındaki  diyalogsuzluk Türkiye’de Resmi ve Öteki... gibi bir ikilemi doğuruyor. Böyle bir ikilem yoktur demenin hiçbir anlamı olamaz. Böyle bir gerçeklik vardır ve yaşıyor.

 

Referansını dinden alan Öteki kesimi anlamanın ve kavramanın  yolunu  bulmak mümkün  değildir.  Bu kesimin  kendini öteki olarak görmemesi gerekiyor öncelikle. Sonra, referansını dinden almayı sürdürmek istemesini anlamalısınız... geliyor. Zor olan budur!..

 

Türkiye’de  bu kesimin dinini  yaşamasına engel  hiçbir yasa ve yasak yoktur. Yeter ki bu kesim dinini yaşarken  kendisi gibi olmayanları da oraya çağırmaya kalkmasın!..

Yeter ki bu kesim dinini yaşarken  herkesin kendisi gibi olmasını istemek  yanlışlığına düşmesin!..

Yeter ki  bilime sırt çevirmeyi önermesin!..

Yeter ki bu kesim  çocuklarını okutmak için  imam hatip liseleri gibi  bilime ve gelişmeye ters ve alternatif  kurumlar açmak ve bunların sayılarını günden güne artırmak isteyerek çağdaş düzeni değiştirmeye ve yerine dinsel referanslı bir düzen oluşturmaya kalkmasın!..

Yeter ki yetişmekte olan çocuk ve gençlerin dinsel  referanslı olarak başörtüsü gibi konular çevresinde  dünyada eşi görülmemiş  yanlış ve gerçekliklerle bağdaşmayan bir direnmeyi  başlatmasın ve desteklemesin!..

 

Bu sıralanan durum ve tutumların  iç insanın, insan hak ve hukuku  üzerine oturduğu  içselleştirilmiş yapısı ile çatışma halinde olduğunu görmezden  gelemeyiz . Örneğin bilime karşı bir tutum içinde olmak iç insanın içselleştirebileceği bir şey değildir. İç insanın içselleştirdiklerinin referansları bilimsel tabanlıdır.  İç insanın psikoloji ve psikanalize uzanan  boyutlarında  bile bilim dipdiri  karşınızdadır.  Referansın  salt dine ilişkin olanında  ise  iç insan kimseye  uzanmayı  usundan bile geçirmez. Denemeyi ise hiç mi hiç  düşünmez.  Bu mantık, onun iç insana saygısından  boylanır. Çünkü bilir ki  iç insanda  içselleştirilmiş olan değerler  bilime hiç ters düşmez.

 

Evet örneğini başörtüsü....gibi kişinin kendisiyle doğrudan ilişkili olduğu sanılan durum ve tutumların  ‘benim inancımdan kaynaklanıyor!’ gibi bir referansla açıklanması, bu açıklamaları yapanlara  ağır sorumluluklar yükler.  Bu  kişiler önce, inançlarının gereğini yerine getirirlerken  başkalarından  anlayış beklemek hakkına sahip olmadıklarını bilmelidirler.Çünkü  istekleri kendilerini ilgilendirmektedir. Tıpkı oruç tutmakta olan bir kişinin  oruç tutmuş olmasından ötürü  daha erken bir saatte işinden ayrılmak istemesi, oruç tuttuğu süre içinde ağır işler yapmak  istememesi ve en azından oruç tuttuğu için çevresinin kendisine anlayışla  yaklaşmasını istemesine benzemektedir.

 

Şimdi böyle bir durumda  Öteki Türkiye’nin  Resmi Türkiye’den anlayış beklemeğe hakkı olabilir mi? Yine böyle bir durumda  Resmi Türkiye’nin  Öteki Türkiye ile barışmaya yanaşmasından söz edilebilir mi? Ve tabii  böyle bir durumda insan haklarından falan referans almaya çalışmanın bir anlamı olabilir mi?

 

Burada, Serdar Turgut gibi ‘toplum maalesef intihar etme aşamasında’ gibi  düşünmek mümkün görünmüyor. Böyle bir düşünce, bir dayatmayı da yanında getiriyor. İntihar etme durumunda görünen toplum  kesimleri arasında  bir barış ortamının oluşması  yukarıda  söylendiği gibi gerçekleri görmek ve ona göre davranmakla mümkündür. Yoksa  referansını bilimden  ve çağdaşlıktan alan kesimlerin  bir yazımda da söylediğim gibi  “Atatürkçüler, çağdaşlar biraz geri çekilin, bize yer açın. Biz de varız. Biz sizi değil siz bizi içselleştireceksiniz.”  demelerini hiçbir biçimde kabul etmek olasılığı yoktur. Bunu istemek  düzenin  ortaçağ karanlıklarına  kaydırılmasını getirmekten başka hiçbir işe yaramayacaktır.

 

Hiç unutmamak gerekir ki  çok uzun bir süre sonunda da olsa  Batının bugün içinde bulunduğu ve yaşadığı ortamı aynen yaşamaya başladığımızda da bu söylediklerimizi gerçekleştirmiş olacağız.

 Bundan hiç kuşkunuz olmasın!..

İşte o zaman  Nazım’a niçin sahip olmadığımıza bakıp bakıp hayıflanacak ve güleceğiz ağlanacak halimize!..

 

 

 

ANA SAYFA    YORUM     GERİ

Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.

Yazıların her haklı saklıdır.