İÇ İNSAN
Muhsin
ŞENER
O Mitterand, Yaşar Kemal’le aynı masada yemek
yemekten ve şarap içmekten gurur duyan
insandır!..
Seartre’sız bir Fransa olabilir mi
hiç ?
Böyle bir şey düşünülebilir mi ?
Başkan Mitterand,
bir “iç insan” örneği de gösteriyor: O kendisidir...
İç insan, bağımlılıklarını en aza
indirgeyen bağımsız insandır. O, dış ve geleneksel bağların etkilerin bağımsızlığını en alt düzeyde etki altına
alabildiği insandır. Ne dış’ın ne de iç’in etkisi altında
değildir. Hem iç’in hem de dış’ın etkisi altındadır. Onların çok
denge halinde olduğu ve sağduyunun her zaman
öne çıktığı bir insandır iç insan. Her zaman ve zeminde insandan yanadır iç
insan. Onun hakkını ve hukukunu korur. Onun
‘insan gibi’ yaşamasının koşulları için sürekli didinendir iç insan.
İç insan,
geleneksel ile kurduğu dengeli ilişki sonucunda bir değerler
birikiminin kendini yönlendirdiği;
ve kararlarında bu birikimin damgasının bulunduğu bir yapı koyar ortaya.
Çağın getirdiklerine hiç yabancı değildir ve onlar karşısında şaşkın da
değildir. Değişim ve gelişime açıktır
iç insan. Onu içselleştirdiği için iç insandır zaten. Değişim ve gelişimde hiç göz ardı edemeyeceği şey insandır onun. İnsanın
hakkı hukukudur. İnsan her zaman
önde ve ilerdedir.
Bireyler,
benliklerinde bir iç insan geliştirmek
zorundadırlar, zorunda olmalıdırlar. Evrenselliğe böyle varılabilir de ondan...Bir
dünya insanı geliştirme ve
içselleştirme böyle gerçekleşebilir. Yoksa
insan örneğin kimlikten yürüyebilir. Her şeyi ve her şeyini o
pencereden görebilir. Haksızlıklar yapabilir. Onu anlayanların çoğunlukta
bulunması haklı ve yerinde düşündüğünü göstermez hiçbir zaman,
göstermemiştir. Böyle insanların en
belirgin yanları kısırlık ve
sığlıklarıdır. Onlara bu yanlarını bir türlü anlatamazsınız. Anlamalarına
olanak yoktur da ondan. Gözlerindeki at gözlükleri doğruyu görmelerini her zaman önlemiştir.
Kimlik böyle
düşünen insanların en çok battıkları bir bataklıktır. Her şeye oradan baktıkları için kimlik kan bağı ve dinsel öğelerle onların gözlerinin önünde yoğun mu yoğun bir engel oluşturur. Geleneklerinden de bu yönde
yararlandıklarından çok tutucu olurlar
ve gelişime, değişime şiddetle karşı çıkarlar.
Mitterand bir iç insandı. Fransa onun kişiliğinde temsil
edilirken bile Fransa’nın aleyhine davranan Searte’ın yanında yer
almıştı. Çünkü onun evrensel insanının yanında olduğunu biliyordu.
Onu şikayet edenler gibi
düşünmüyordu. İç insanı izin
vermemişti buna.
Niye bunları
söyledim?
Son haftalarda Nazım için
gazetelerde ve Tv programlarında
bir takım siyasiler hepo şikayet edenler gibi yapmaya başladılar. Sayıları da gün geçtikçe artıyor bunların.
Görünen odur.
Bunların
kimileri Nazım’ın vatan haini olduğunu
açıkça söylüyor. “Nazım’ın milli şair olarak nitelendirilmesi mümkün
değil. Kurtuluş Savaşı şiirini
Moskova’da yazdı. Bizim Kurtuluş Savaşımızla
sadece isim benzerliği var”; “dirisi işimize yaramadı ölüsü mü
yarayacak? Ölüsü ne işe yarayacak. Tanrı Türkü korusun!”; Nazım, “eski
Sovyetler Birliği’nin Komünizm propagandisti” ; “Af talebi bile yokken, ben Nazım Hikmet’i
niye affedeyim?” ; “Türkiye’nin başka işi yok mu?” ; “Nazım Hikmet’i
Atatürk affetmemiş, biz niye affedelim?
Biz Atatürk’ten büyük müyüz?
Nazım’a vatandaşlık vermek enflasyonu indirecek, işsizliği önleyecekse
destekleriz” ; “ Türkiye’nin Nazım Hikmet’e itibarını ve vatandaşlığını
vermeden daha önemli sorunları bulunduğunu” söyleyenler vardır (Hürriyet
Gazetesi,Gündem sayfası,14 Şubat 2001) ve bunların sayıları giderek
artıyor.
Bu sözlerin
sahipleri iktidardaki bir partinin milletvekilleri ve bakanlarıdır.
Tabii parti olarak ne düşündükleri
açıkça ortada duruyor. Hala o soğuk savaş döneminin beyinleridir bu beyinler ve
bilinçler.
Ne diyorlar?
Nazım’ın Kurtuluş
Savaşı Destanı adını taşıyan bir
uzun şiiri var mı? Var!
Bu şiirde ele alınan konu Türk insanının 20.yy.başında
Anadolu toprakları üzerinde Mustafa
Kemal ve arkadaşlarının önderliğinde
başlattığı Kurtuluş Savaşı değil mi?
Evet o savaştır!
Şiirde adları
geçen insanlar Türk insanları
değil mi? Hatta gerçek kişiler değil
midir bu kişiler? Evet gerçek kişilerdir!
Peki,öyleyse Kurtuluş Savaşı Destanı adını taşıyan
bu yapıt neden bizim kurtuluş
savaşımızla sadece isim benzerliği olan bir yapıt oluyor ki? Böyle bir yapıtı insan bu kadar göz göre göre ve
yalan yere nasıl inkar edebilir ki?
İç insanını
geliştirmemiş olanların, bu inkar sözcüğünü bile anlayabileceklerini
sanmıyorum!..
Onları
anlıyorum...
Ve iç
insanlarını geliştirmelerini falan da önermiyorum!
Sonra,
Nazım’ın Kurtuluş Savaşı Destanı adlı
yapıtı Moskova’da yazmış olması onun “milli
şair” olmasını önleyen ya
da lekeleyen bir durum mudur allahaşkına? Bir şairin milli şair olabilmesi için ulusunun dilini ve ulusal konuları yazmakla yetinmeyerek bunları yazarken kendi memleketinde
bulunması mı gerekiyor ki? Bu yeni bir ölçüt müdür ki? Bu, kanbağı ve dinsel ağırlıklı kimliğe bu denli
bağlı olmayı anlamak mümkünken şimdi bir de
böyle bir ikamet yerelliği
ölçütünü mü anlamamız gerekecektir artık?
İnsaf edilsin!..
Nazım’ın
mezardan kalkarak dilekçe vermesi mi
bekleniyor ki, “af talebi bile yokken ben Nazım Hikmet’i neden affedeyim?” diye
soruluyor? Bu, yorgunu yokuşa sürmektir; çalıyı baştan sürüklemektir, ve daha
dır, tir, dır, tir!...
“Türkiye’nin
başka işi gücü yok mu?” diyenler, Mitterand’ı anımsayabilirler mi acaba?
Hiç
sanmıyorum!..
Bu nedenle değil
mi ki, Fransızların bir Seartre’ları
varken ve o komünist ve Fransa aleyhine davranırken “Seartre, Fransa’dır” denilerek
benimsenebiliyor?
Bu nedenle değil
midir ki bizim bir Nazım’ımız olamıyor
ve olamayacaktır daha bir yüzyıl!..
“Enflasyonu
indirecekse Nazım’a vatandaşlık
verelim” derken Nazım’ın
şairliği ile enflasyonu ayrı kefelere koyarak tartmaya kalkmak
karşısında ne denebilir ki?
İç insan o
nedenle önemlidir işte.
Ne ki Seartre gibi, Gide gibi, Malraux
gibi, Descardes gibi, Rimbaud.....gibi düşünce ve sanat
çınarlarınıza sahip olmak ya da olmamak da bir seçimdir tabii...
Ne var ki bu seçimin, bir “tık!..”
boyu dünyamızda hiçbir şey ifade
etmediği de ayan beyandır!..
Tercih
sizindir!..
Sayılar...
Şu sayılar çok
ilginç şeyler söylüyor:
(Hürriyet
Gazetesi,7.2.2001,C.Ülsever, Gençlik Türkiye’yi Nasıl Görüyor? Başlıklı
yazıdan...)
Gençlerin % 48’i
Atatürk ilkelerini yeterli bulmuyor.
% 44.1’i ise yeterli
buluyor.
Dünyayı kavrama
konusunda ,Atatürk ilkelerini tamamen yeterli olarak bulanlar ise % 13.5 kadardır.
Araştırmaya
katılanların % 52’si, dünyayı kavrama ve anlamada Atatürk İlkelerini yeterli
bulmaktadır. Ne var ki bu orana yakın
sayıda bir grup dünyanın anlaşılması ve
kavranması için Atatürk ilkelerinin yeterli olamayacağını söylemektedir. Bu
durum Atatürkçülük konusunun ideoloji
düzeyinde ele alınarak ilkelendirilmesi ve esaslarının saptanıp
uygulanabilir biçimde açıklanmasını
ve eğitim öğretim aşamalarında ele
alınmasını anımsatıyor. Yoksa Atatürk’e karşı olan bir önemli sayıdaki grup
vardır ve bu belki de giderek büyüyecektir. Bunu düşünmek zorunluluğumuz
vardır. Sayılar bunu dayatıyor.
İç insanını
geliştiren bireylerin çok iyi
anlayabilecekleri bir alan vardır
önümüzde duran. Cumhuriyetçilik,
Laiklik, Halkçılık, Devletçilik, Milliyetçilik, Devrimcilik
ilkelerinden oluşan Atatürkçülük kavramı,
bu ilkelerin her birinin
çağdaş yorumlarıyla birlikte evrensel
bir yapıya kavuşturulması gerekiyor.
Enine boyuna
düşünülmesi gerekiyor bu durumun...
En çok güvenilen
on kurum sırasıyla: TSK, Özel hastaneler, Özel okullar, Sivil örgütler, Özel
Üniversiteler, Dini kurumlar, Büyük Holdingler, Devlet üniversiteleri, MGK,
DGM.
En az güvenilen
kurumlar ise sırasıyla:
Siyasi partiler, Kızılay,
TBMM, Hükumet, Devlet hastaneleri, Bakanlıklar, Belediyeler, Yazılı basın, Tv
kanalları.
Bu sıralama demokrasimizin geleceği açısından gerçekten
önemli satırbaşları dayatıyor. En az güvenilen kurumlar
arasında dördüncü sırada bulunuyor
TBMM. İlk sırada da Siyasi partiler var.
Onlarsız demokrasi olabilir mi?
Özel kurumların
en çok güvenilir kurumlar arasında ilk sıralarda yer alması aslında
sevindiricidir. Demokrasinin tabandan gelen bir sivilleşme ile
gerçekleşebileceğini bilmeyen var mı? En güçlü demokrasiler böyle oluşuyor. ABD
bunun en güzel örneğidir. Köklü
gelenekleri olmayan, dolayısıyla geleneklerine bağlanmak gibi bir sorunu da
bulunmayan bu kitle toplumu demokrasiyi çok üst düzeyde kurma olanaklarını yakalamakla kalmamış, onları en iyi biçimde kullanmıştır da.
Bizim gibi
her konuda köklü gelenekleri bulunan ve tarihi olan toplumların bu tarihsellikle ve geleneklerle
ilişkilerini sürdürmeden başlayan ve demokratikleşmeye dolaylı ve dolaysız
mutlak anlamda etkileri olan
toplumlarda bu konuların Atatürk Devrimleri gibi radikal
sosyal hareketlerle düzenlenmesi
ve yenilenmesi dayatmaktadır.
Önemli bir
noktadır bu.
Resmi Türkiye/ Öteki Türkiye...
İki gündür Serdar Turgut bu iki kavramı irdeliyor köşesinde (Hürriyet
Gazetesi, 14,15 Şubat 2001).
Referansını yoğunluklu olarak dinden alan toplum
kesimleriyle bilgiden ve bilimden alan
toplum kesimleri arasındaki
diyalogsuzluk Türkiye’de Resmi ve Öteki... gibi bir ikilemi doğuruyor.
Böyle bir ikilem yoktur demenin hiçbir anlamı olamaz. Böyle bir gerçeklik vardır
ve yaşıyor.
Referansını
dinden alan Öteki kesimi anlamanın ve kavramanın yolunu bulmak mümkün değildir.
Bu kesimin kendini öteki olarak
görmemesi gerekiyor öncelikle. Sonra, referansını dinden almayı sürdürmek
istemesini anlamalısınız... geliyor. Zor olan budur!..
Türkiye’de bu kesimin dinini yaşamasına engel hiçbir
yasa ve yasak yoktur. Yeter ki bu kesim dinini yaşarken kendisi gibi olmayanları da oraya çağırmaya
kalkmasın!..
Yeter ki bu
kesim dinini yaşarken herkesin kendisi
gibi olmasını istemek yanlışlığına
düşmesin!..
Yeter ki bilime sırt çevirmeyi önermesin!..
Yeter ki bu
kesim çocuklarını okutmak için imam hatip liseleri gibi bilime ve gelişmeye ters ve alternatif kurumlar açmak ve bunların sayılarını günden
güne artırmak isteyerek çağdaş düzeni değiştirmeye ve yerine dinsel referanslı
bir düzen oluşturmaya kalkmasın!..
Yeter ki
yetişmekte olan çocuk ve gençlerin dinsel
referanslı olarak başörtüsü gibi konular çevresinde dünyada eşi görülmemiş yanlış ve gerçekliklerle bağdaşmayan bir
direnmeyi başlatmasın ve
desteklemesin!..
Bu sıralanan
durum ve tutumların iç insanın, insan
hak ve hukuku üzerine oturduğu içselleştirilmiş yapısı ile çatışma halinde
olduğunu görmezden gelemeyiz . Örneğin
bilime karşı bir tutum içinde olmak iç insanın içselleştirebileceği bir şey
değildir. İç insanın içselleştirdiklerinin referansları bilimsel
tabanlıdır. İç insanın psikoloji ve
psikanalize uzanan boyutlarında bile bilim dipdiri karşınızdadır.
Referansın salt dine ilişkin
olanında ise iç insan kimseye
uzanmayı usundan bile geçirmez.
Denemeyi ise hiç mi hiç düşünmez. Bu mantık, onun iç insana saygısından boylanır. Çünkü bilir ki iç insanda
içselleştirilmiş olan değerler
bilime hiç ters düşmez.
Evet örneğini
başörtüsü....gibi kişinin kendisiyle doğrudan ilişkili olduğu sanılan durum ve
tutumların ‘benim inancımdan
kaynaklanıyor!’ gibi bir referansla açıklanması, bu açıklamaları yapanlara ağır sorumluluklar yükler. Bu
kişiler önce, inançlarının gereğini yerine getirirlerken başkalarından anlayış beklemek hakkına sahip olmadıklarını
bilmelidirler.Çünkü istekleri
kendilerini ilgilendirmektedir. Tıpkı oruç tutmakta olan bir kişinin oruç tutmuş olmasından ötürü daha erken bir saatte işinden ayrılmak
istemesi, oruç tuttuğu süre içinde ağır işler yapmak istememesi ve en azından oruç tuttuğu için çevresinin kendisine
anlayışla yaklaşmasını istemesine
benzemektedir.
Şimdi böyle bir
durumda Öteki Türkiye’nin Resmi Türkiye’den anlayış beklemeğe hakkı
olabilir mi? Yine böyle bir durumda
Resmi Türkiye’nin Öteki Türkiye
ile barışmaya yanaşmasından söz edilebilir mi? Ve tabii böyle bir durumda insan haklarından falan
referans almaya çalışmanın bir anlamı olabilir mi?
Burada, Serdar
Turgut gibi ‘toplum maalesef intihar etme aşamasında’ gibi düşünmek mümkün görünmüyor. Böyle bir
düşünce, bir dayatmayı da yanında getiriyor. İntihar etme durumunda görünen
toplum kesimleri arasında bir barış ortamının oluşması yukarıda
söylendiği gibi gerçekleri görmek ve ona göre davranmakla mümkündür.
Yoksa referansını bilimden ve çağdaşlıktan alan kesimlerin bir yazımda da söylediğim gibi “Atatürkçüler, çağdaşlar biraz geri çekilin,
bize yer açın. Biz de varız. Biz sizi değil siz bizi
içselleştireceksiniz.” demelerini
hiçbir biçimde kabul etmek olasılığı yoktur. Bunu istemek düzenin
ortaçağ karanlıklarına
kaydırılmasını getirmekten başka hiçbir işe yaramayacaktır.
Hiç unutmamak
gerekir ki çok uzun bir süre sonunda da
olsa Batının bugün içinde bulunduğu ve
yaşadığı ortamı aynen yaşamaya başladığımızda da bu söylediklerimizi
gerçekleştirmiş olacağız.
Bundan hiç kuşkunuz olmasın!..
İşte o
zaman Nazım’a niçin sahip olmadığımıza
bakıp bakıp hayıflanacak ve güleceğiz ağlanacak halimize!..
Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.
Yazıların her haklı saklıdır.