Hit Counter defa okundu

MODERNİST REFLEKS ÇERÇEVESİNDE

  Muhsin  ŞENER

 

Ergin YILDIZOĞLU, Yaşasın Modernist Refleks (telos,y.,İst.1997) adlı yapıtında oldukça çarpıcı görünüyor.Ne ki bu görünüş onun kimi savlarını  tartışmaya açmayı önleyemiyor.

1.

“Sanat batıda hızla sosyal bağlamından, evrensellik kaygısından  uzaklaşarak, biçimci, öznel ve zaman zaman da yerel  bir yola girdi; ‘sanat sanat içindi’, sanatçının iç dünyasının sarsıntılarından  başka bir  şey yansıtmayacaktı. Ancak bu iç dünyası toplumsal gerçekliğin  bir parçası  değil miydi? Sanatçıda ortaya çıkan bu özgün öznellik, aslında  tarihsel değil miydi”(s.29) diyor.

 

Yıldızıoğlu, sanatın sosyal bağlamından gittikçe uzaklaştığını vurguluyor.

Bu yaklaşım, doğrudur bize göre. Ne  ki  sanatın sosyal bağlamından soyutlanarak belki de ‘sanat için sanat’a doğru yeniden hızla koşmasıyla oluştu bu durum. Sanat,  bu ortamda bir  tür sosyal mücadele aracı olarak bayrak açtı ve  kimi sosyal görüşlerin savunucusu oldu. Kimi sosyal görüş ve düşüncelerin yayılmasında bir araç olarak görülmeye hızla kaydırılan sanat  kendi işlevini yitirdi giderek.  Örneğin şiir, şiir olmaktan çıktı.  Savsözlerin çokça yer bulduğu bir alan oldu. Sözü çarpıcı bir biçimde söylemenin tüm olanaklarını taşıyan şiir, bu yapısıyla kullanıldı.  Sosyal yapıda gerçekleştirilmek  istenen değişimlerin gerçekleşmesi halinde, şiirin savunduğu görüşlerin de hiçbir anlamı kalmadı/ kalmıyor. Çünkü şiir o görüşlerin savunulumasını sağlamak için vardı; kullanılıyordu.

 

Özellikle şiir için böyle bir yaklaşıma evet denebilir mi?

Şiirin, bir  görüşü enine boyuna  açıklaması, o görüşe yandaş bulması olasılığı var mı? Sözün  en ekonomik kullanımı demek olan şiirde,  bir görüşün  tüm ayrıntılarıyla açıklanması ve ona taraftar bulunması mümkün görünüyor mu?

Şiirin savsözlerin atıldığı bir alan olmasından en çok eğitim kurumlarında  şikayetçi olunmuştu geçmişte. Sol ve sağ düşüncenin  birkaç sayfalık avuçiçi kadar kitapçıkları o kadar çoğalmıştı ki çevremizde!.. Gençler bunları alıyor ve ezberleyerek  yerli yersiz birçok  zaman bağırıyorlardı. Onlara “bu bağırdığınız şey nedir?” diye sorulduğunda  hiçbir yanıtları yoktu/olamıyordu da. Çünkü önemli olan o savsözleri bağırmalarıydı. O savsözlerin içeriklerinin derinliğine kavranmasının  önemi yoktu. Önemli olan,  o savsözlerle oluşmuş bir kaos ortamıydı.

Böyle bir ortamdan hiçbir şey çıkmayacağı anlaşılmıştır.

Dün  o savsözleri bağıranlar bugün   25’li 30’lu yaşlardadırlar  ve Türkiye  hala  içine düştüğü  kaosun  bir türlü ayrımında olamamıştır. Hala o savsözlerin sığlığında  yüzüp duruyor. O düşüncelerin derinliğine bir türlü ulaşamamıştır.

Neden ulaşamıyor?

Çünkü öyle bir kaygısı yoktur!..

İşte bu durumun  oluşmasına,  sanat diye ortaya konulan bomboş ürünlerin,  kimi sosyal görüşlerin  salt anlatımından oluşan  ürünlerin piyasada tutunması çok çok yardımcı olmuştur.  Yıldızoğlu’nun  ileri sürdüğü görüşü,  olduğu gibi kabul etmemiz halinde 70’li yıllarda  yaşadıklarımızın doğru olduğuna  inanarak o durumun sürmesini istemiş olmayacak mıyız?

 

Tabii o günlere duyulan tepki  belki de sanatı ‘sanat için sanat’ noktasına getirdi, kimbilir?!..

Getirdiyse eğer bu, doğru bir geliş... Bir tepkinin  sonucu...Sanata oradan bir yeni açılım gelecektir. Ne ki bu açılım eskiden alınan derslerle  iç içe oluşacak.

 

Yıldızoğlu  bu görüşünün süreğinde  bakın  ne diyor:

“Sanat için sanat sanatın metalaşmasını da çok kolaylaştırdı; hiçbir siyasi, ahlaki konumu olmayan, sadece ‘sanat nesnesi’ olan ve kapitalist  sınıf tarafından  kolaylıkla  tüketilecek  ya da mülk edilinebilecek  bir meta.” (s.29).  Önce, “hiçbir siyasi, ahlaki konumu olmayan” bir nesnenin  salt “sanat nesnesi” olması  nasıl oluyor/ nasıl olur?..bunu kavramak çok zor! Zordan öte böyle bir şey olabilir mi? Bir nesne  salt  sanatın  ele aldığı  bir nesne olacak ama hiçbir ahlaki ve siyasi yanı olmayacak!.. Böyle şey olur mu?..

 

Kapitalist sınıf tarafından ‘banka koridorlarının, genel müdür bürolarının duvarlarının, yenilikçi sanat için kullanmasının...’ (s.29)  niçin  sakıncalı bulunduğunu anlamak hiç  mümkün görünmüyor.

Kaldı ki yontu ve resim sanatı için böyle bir durum gerekli değil midir?

 

Hemen, Öküz’ün son sayısında (Kasım 2001) Altay ÖKTEM’in  bir tümcesini anımsadım:

“Şiirin anavatanı sokak aralarıdır. Tıp da insanla, insanın en doğal, en maskesiz yanıyla ilgilenir.(....) Tıp sayesinde insana yakın oldum.(.....)İnsanın yalnızca tenine dokunumakla insana dokundum diyemezsiniz.”(s.3) diyor. İnsanın en maskesiz yanının  şiirin  konusu olabileceğinin altını çiziyor ki  kimine iğrenç de gelse  bunların  da şiirde yer alacağını söylemiş oluyor.

Şimdi  bunların ahlaki ya da siyasi  yanı var mı yok mu diye mi bakılacaktır?

 

Aynı dergide  Ece AYHAN’ın bir saptayımı var:

“Kötülükle ilerliyor tarih. İyi, fazladan bir şey.” (s.4) diyor.

 Ece AYHAN’a göre, kötülük tarihin yürüyüşünde önde  gidiyor. Eğer böyle ise bu düşüncenin hem siyasa ile hem de ahlakla doğrudan ilişikisi var. Şimdi bu düşünce sanatın  nesnesi olmayacak mıdır? Çok ilginç bir durumdur bu!..

 

Yıldızoğlu’nun ileri sürdüğü görüş doğru değildir. Sanat, sanatlığından yitirdikçe hem işlevini gerçekleştiremiyor hem de ortada sanat diye birşey kalmıyor. Bunu iyi görmek gerekiyor.  Öktem ve Ece işin bu yanına ilişkin çok çarpıcı örnekler vermişlerdir.

 

2.

“...insanın sömürü ve baskıdan kurtulumasının mümkün olmadığı, iktidarın her yere sızmış olduğu (Faucault);  iktidada karşı mücadele etmenin bile iktidarı yeniden ürettiği (Kristeva) gibi  fikirler taraftar bulmaya, doğru ile yanlış arasındaki  fark da kalkmaya ve anlam ‘deconstruct’ edilmeye (Derida); dünya anlaşılamaz hale gelmeye  başladı. Sanatçı için umut, özgürlük, kurtuluş ve ütopya ulaşılamaz hale geldi, hem tarih silindi, hem de gelecek ve umut yok oldu.” (s.31).diyor.

Bu görüşlerin  dayandığı  temeller üzerinde durulmalıdır.

Örneğin Faucault’un  ‘insanın sömürü ve baskıdan kurtulamayacağı, iktidarın her yere sızdığı’ düşüncesi,

anarşizmin bir verisi olarak gerçeklik kazanmaktadır. İnsanın bu dünyada  sömürü ve baskıdan kurtulma olasılığı olabilir mi temelde acaba?.. Felsefenin ve sosyolojinin önemli bir sorusu bu soru. İktidarın yok edilmesi halinde ancak insan baskı ve sömürünün öte yanına geçebilir.Yoksa her yerde ve her zaman iktidar vardır ve olacaktır.

Anarşizm  bir felesefe olarak  bu konuya tabii sınırsız özgürlük açısından bakıyor. Bu o felsefenin gereğidir.  Ne ki ileri sürülen savın bugün yaşamın her alanında geçerli olması diye bir düşünce olamaz.  Olamaz, eğer olursa, ya da böyle bir durumun varolduğu savlanırsa o zaman yaşamı  hep yıkım ve ölümle eşdeğer tutmak gerekir. Halbuki yaşam hiç de öyle değil. Tarih hiç  öyle değildir. Eğer tarih böyle ise o zaman  ikiz kulelerin yıkılmasının  savlandığı gibi sömürü ve baskıdan kurtulmanın  sonucu olduğunu  haykırmamız gerekiyor.  Oysa hangi nedenle olursa olsun o kulelerin yıkılması en azından beşbin insanın ölümüyle sonuçlanmıştır. Böyle bir yıkım ve ölümün üstünden  insanın sömürü ve baskıdan kurtulacağını nasıl söyleyebiliriz ki?  Söylemiş olsak bile bu saçma olmaz mı? Etiğe aykırı olmaz mı?

 

Kristeva’nın  ‘iktidara karşı mücadele etmenin  bile iktidarı yeniden ürettiği’ düşüncesinin de Faucault’un anarşizme dayanan görüşünün bir başka görünümü olduğu unutulmamalı. Böyle bir görüşün  taraftar kazanmasının, insana olan güvenin yok olmasından başka bir anlamı olamaz. Tabii iktidar kendini savunacaktır.  Bu, diyalektik bir sonuç. İktidar, kendine karşı savaşanları öte yana itebilmek için  yeniden  yapılanacak ve yenilenecektir. Kendini savunumak durumundadır. Tıpkı ona karşı savaşanların yaptığı gibi.  Bu durum,  iktidarın ortadan kaldırılması gerektiğini göstermiyor. O hep olacak. Ne ki insan da olacak. Aralarındaki sürtüşme demokrasi denilen iilişkilerle  en aza indirilecek.  Yoksa demokrasiyi  içi boş bir manzume olmaktan öteye gidebilir mi?

 

Derida’nın, “ dünyanın deconstruct  edilmesiyle  anlaşılamaz hale gelmesi” düşüncesi de  diyalektik bir sonuç olarak karşımızda tüm somutluğu ile duruyor. Dünyanın ve şeylerin yeniden yapıbozumu  yaşamın bir gereği değil mi? Böyle bir yapıbozum dünyanın değişmesi sonucunu getirdiği sürece gelişim ve değişim gerçekleşecektir. Kişi kendini buna uydurmak durumundadır. Böyle bir değişimin  ‘dünyanın anlaşılmasını zorlaştırması ‘ çok doğal değil mi?

 

Yapıbozum sonucunda dünyanın anlaşılamaz olması; özellikle sanatçıları umuttan, özgürlükten, kurtuluştan ve ütopyadan uzaklaştırması ya da sanatçıların umutsuz, özgürlüksüz, ütopyasız hale gelmeleri ve hiçbir kurtuluş umutlarının olmayışları onların, içinde bulundukları  sanat ortamına temelden aykırı bir durumdur ve  gerçeklikle ilişkili değildir.  Eğer  bu durumun sanatçıları elsiz ayaksız hale getirdiği söylenmek isteniyorsa  o zaman sanatçıların  uğraş alanlarının gereğini yapmadıkıları ortaya çıkıyordur ki  bu da kendilerini yadsımaları anlamına geliyor. Sanatçının böyle birşeyi benimsemesi ise hiç mümkün değildir. Bunu mümkün görmek sanata ve sanatçıya saygısızlık olur.

 

Özetlersek:

Bugün, dünyanın ve toplumsalının geldiği yer,  egemen olan iktidar ilişkilerinin, yani kapitalist ilişikilerin bir sonucudur.

Bu sonucun aşılması olası görünmüyor.

Kapitalizmin seçeneği heniz yokki!..

Sosyalizm Rusya’da yürürken böyle bir umut vardı.

Şimdi yaşanansa  bir umutsuzluk değil;  bir reel gerçekliktir.

Yapılacak olan, böyle bir gerçekliğin  doğru kavranması ve onun üstünden  yaşamı yeniden  düzenlemek.

 Kapitalist ilişkileri aşamayacağımıza göre niçin, insan  bir umutsuzluk, bir özgürlüksüzlük, bir ütopyasızlık içinde, kurtuluştan ümidini keserek  debelenmek zorundadır ve tükenmiştir biçiminde düşünmek zorunda olalım/kalalım?..

 Yaşamı böyle  tanımlama anlayışı, sosyalizmin kapitalizm ile  boy ölçüşürken  seksenli yılların sonunda   SSCB’nin yıkılmasıyla kapitalizmin seçeneksiz kalmış olmasından kaynaklanıyor. Berlin duvarının yıkılmasıyla  kapitalizmin egemenliğini, tüm dünyada ilan etmesi  sonucunda ortaya yeni kavramlar atılmaya başlandı. Bunlardan en yaygın olanı küreselleşmedir.

 

Küreselleşme, sermayenin  ortak bir elle yereli öne çıkararak yeniden  kullanımının  planlanması  isteği olarak ortaya çıktı. Böylece insanlık ve toplumsal,  eşit koşullar  altında  dünyanın olanaklarını paylaşmak ve kullanmak gereğini  düşünmeliydiler. AB, bu amaca hizmet eden önemli bir üst toplumsal olarak  ilk oluşturulan  düzenlemedir.  AB  şemsiyesi altında toplanan  ülkelerin insanları,  önceki yaşamlarından kat be kat daha üstün ve kaliteli bir yaşama kavuşmuşlar ve kavuşmaya devam ediyorlar. İrlanda en yakın örnektir;  AB’ye girdikten sonra kişi başına düşen ulusal  gelir onbir kat artmıştır.

 

Yukarıdan beri çizilen tabloyu Yıldızoğlu “ sanat gittikçe  işlevsiz bir hale geliyor, toplumsal dönüşümün dinamiği olmaktan çıkarak  meta ilişkilerine hapsoluyor.” (s.33) biçiminde  yorumluyor. Yani  SSCB yok olmasaydı ya da Berlin duvarı yıkılmasaydı böyle bir durum olmayacak mıydı? Sorusu hemen  dayatıyor.  Bu iki önemli   durumdur  dünya toplumsalını getirip  küreselleşmede birleştiren. Eğer  bugünkü durum bu iki önemli olaya bağlanıyorsa bu, en azından bir abartıdır.

  Söylenmese bile ki  söyleniyor,  böyle bir nedene dayandırılmış olması çok doğal görünüyor.

 

Yıldızoğlu  “herşeyden önce sanatçının  militan bir anti-burjuva tutum içinde olması gerektiğine  ve bu konumda tutunmaya çalışırken , kapitalizm öncesi sanat anlayışlarııyla, biçimlerle değil, kapitalizmin  ‘olumsuz gerçekliğini’ negatif bir mimesis içinde, bir muhalefet ruhu ile  kurgulamaya  ve sunmaya uygun  biçimleri kullanarak mücadele edilebileceğine olan inancım, bu yazıların temel arka planını oluşturuyordu.”(s.34) tümceleriyle düşüncemizi  onaylıyor. Böyle bir anlayışın sanatı sıkıntıya soktuğunu söylüyor.

Öyle sanıyorum ki bile bile  yapıyor bunu...

 

Yıldızoğlu, SSCB’nin yıkılmasından söz ederek  “....yıkılanın sosyalizm değil devlet kapitalizmi  olduğunu görmenin, soldaki sanatçılar açısından, bu umutsuzluğu aşmanın en önemli adımlarından biri olduğunu düşünüyorum.”  (s.40.  32 nolu dipnot) diye ekliyor. SSCB’nin yıkılmasının gerçekten sosyalizmin  yıkılması olmadığını, bu düşünce ve felsefenin  yaşadığını ve yaşamayı da sürdüreceğini; kapitalizm ile olan savaşımlarının da süreceğini; aslolanın sosyalizm olduğunu falan söylemiş oluyor. Kapitalizmin  desteğinde  oluşan sanatın hiç mi hiç önem ve değeri bulunmadığını da zımnen söylemiş oluyor ki bu çok çok abartılı ve tabii giderek yanlış bir yaklaşımı  ortaya koyuyor.

 

Küreselleşmenin  getirdiği olumsuzluklarla bunların çözümüne ilişkin önölemlerin tartışılması ayrı bir yazı konusudur.

 

“Yazarın ürünleri, ideolojinin iç çelişkilerini, tutarsızlıklarını ortaya çıkarabildiği, kopuk ve ilgisiz gibi gözüken  ilişkileri aydınlattığı ve bu ideoloji tarafından kanıksatılmış ortam , doğal olarak kabul etmekten kurtulmamıza yardım ettiği ölçüde ,var olan egemenlik ilişkilerine karşı işler (s.46). diyor.

 Yazar, ozan, ideolojinin iç çelişkilerini, tutarsızlıklarını ortaya çıkardığı; ilişkileri aydınlattığı, gösterdiği, o ideolojiden kurtulmamıza yardım ettiği  ya da bunlara karşı ilgisiz kaldığı ve bu yolla yanlarında yer aldığı sürece  “yanlı” olmayacak mı?  Sanatı ( örneğin şiiri), bir ideoloji ya da siyasa için  araç olarak kullanmış duruma girmiş olmayacak mı?  Böyle bir durumda  ozan  şiir mi yazmış, yoksa ideoloji ya da siyasa mı yapmış oluyor yani?

Ayrıca, şiir bir ideoloji ya da siyasa  için araç olarak  kullanılarak, şiirin değil, o ideoloji/siyasanın esas olduğu ortaya çıkmış olmayacak mı?

Oysa şiir (en azından şiir),  böyle bir şey değildir ve hiç de olmamıştır!..

Yıldızoğlu yanılmaktadır.

 

“.....egemen ideolojik sistemin etkisini kırmaya niyeti olan bir yazar, ister istemez, dilin nasıl kullanılacağı sorunu ile de karşılaşır. Kendisi yepyeni bir dil  yaratamayacağına göre -bunu sadece kendisi anlardı-,........Bu yüzden ‘birçok şair,  dağılmakta olan bir uçurumun ucunda yürüyebilmesine  olanak sağlayacak becerileri elde etmek için, bir akrobat, ip cambazı ve dansçı haline gelir.(speppard.)” (s.46) diyerek  bu konudaki düşüncelerini  daha somut bir durumda anlatmış oluyor. Yıldızoğlu’na göre yazarın ( tabii giderek ozanın), mutlak egemen ideolojiyi  kırması gerekiyor. Bu onun, karşıt kimliğinden gelmektedir.  Karşıtlığı tanımlarken  dili kullanmaya yaslanmak gereketiğinin altını önemle çiziyor. Ne ki  yazarın  (ve tabii giderek ozanın ) yepyeni bir dil yaratma zorunluluğu dayatınca,  “öyle bir dil yaratamayacağını, yaratırsa onu salt kendisinin anlayacağını; başkasının anlamasının mümkün olmadığını...” söylüyor. Ozanların bir akrobat gibi bir ip cambazı gibi sınırlarda, dal uçlarında dolaşmalarının nedeni budur demeğe getiriyor.

Bu açıklamalarda da bir çelişki var.

Ozan, yepyeni bir dil yaratmak zorunda olan biri...

Eğer böyle bir dil yaratamıyorsa  ozan olması mümkün değil.

 Oysa ozanın ” yepyeni bir dil yaratması mümkün değildir” deniyor. “Çünkü o dili salt kenedisi anlardı “ diye de ekleniyor ve hemen arkasından  ozan bir akrobata, bir ip cambazına benzetiliyor; dal uçlarında, sınırlarda dolaşan...

 

Yıldızoğlu; “çözüm, politik pratiğe sıkı sıkıya bağl, ideolojinin ve dilin gerginlikleri ve çelişkileri üzerine konumlanmış, ip cambazı ya da akrobat gibi  yaşayan, ama aynı zamanda da, burada kalmayı becererek, dile ve ideolojiye içeriden saldırmaya devam etmeyi denemekte yatıyor sanırım.” (S.51) diyerek sözü bağlıyor.

 

Öyle sanıyorum ki  Yıldızoğlu, “politik pratiğe bağlı” ozanın  aynı yapıdaki şiirinin  şiir mi yoksa politik malzeme mi olduğunu ayıramıyor.

Şiir olarak adlandırıılan metin, ideolojiye içerden saldıran bir araç ise eğer, o şiir değil, bir ideolojik araçtır.  Şiirin bu anlayışla nerelere geldiğini tarihimiz bize çok açık biçimde  gösterdi. Hala anlamamaktaki ısrarımız anlaşılır gibi değil!..

 

Yıldızoğlu,  “.....şiirde kurulan ilişkilerin ve yaratılan bütünlüğün  her zaman siyasi bir anlamı olduğu...“ na  (s.53. 9 nolu dipnot.)  inandığı için böyle söylemek durumunda duyumsuyor kendini. Şiir içindeki ilişkiler ve onunla kurulmuş bütünlük mutlak anlamda niçin siyasa ile ilişkili olsun ki?  Bu yanlış bir  bakış açısı, marxizmin bir verisi de değil aslında.

Kaynakları taradığımızda şunları görüyoruz:

 

“.....tarihte belirleyici etken, son kertede gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir...... Ekonomik durum temeldir.”  denilmiştir. (K.Marx- F.Engels,Felsefe Metinleri, Sol y., Ank. 1999,s.229)

 

Aynı yapıtta  “ Tarihimizi kendimiz yaparız. (....) belirlenmiş öncüllerle ve koşullar içinde.  Bunların içinde en sonunda  belirleyici olanlar ekonomik koşullardır. Ama SİYASAL  olanlar, vb., ve hatta insanların beyinlerine musallat olan gelenekler bile, kesin belirleyici  olmasalar da, bir rol oynarlar. (s.230) açıklamaları yer alır. 

Bu iki referans bile  şiirdeki ilişkilerle bütünlüklerin siyasi bir anlamı olduğu’ biçimindeki saptamanın  pek sağlam bir dayanağı olmadığını göstermeye yetiyor sanırım.

 

Bu konuya ilişkin araştırmalarımızı sürdürdüğümüzde:

“....bazı sanatların açılıp gelişme dönemlerinin, ne toplumun genel gelişmesi ile ve ne de bunun sonucu olarak, toplumun örgütlenmesinin iskeleti olan  maddi temelin gelişmesiyle ilişkili bulunmadığı bilinmektedir.” (K.Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine  Katkı, Çev.S.Belli,Sol y., 4.baskı,Ank. 1979,s.248)  denilirken;

“ Zorluk, Yunan sanatının ve destanının toplumsal gelişmenin bazı biçimlerine bağlı olduklarını anlamakta değildir. Zorluk, bunların bizim için  hala bir estetik tatmin sağlamaları ve bazı  bakımlardan bizim için  ulaşılamayan  normların ve modellerin değeri  olmalarıdır.”  (agy.,s.249) biçiminde uçlarda olduğunu söyleyebileceğimiz referanslar da vardır.

 

Yunan sanatının “hala bizim için bir estetik tatmin sağlaması;(.....) bizim için  ulaşılamayan normların ve modellerin değeri olma(ları)sı.”   bir çelişkiyi dayatıyor.  Antik Yunanın  ilkçağından beri değişen ‘ekonomik koşullar’, ‘gelenekler‘....e karşın  antik Yunan sanatının ürünleri değişmeden  hala bize modellik ve estetik örneklik  sağlamayı sürdürüyor. Değişen ekonomik ve tüm öteki maddi  ve manevi koşullara  karşın hem de...

 

Bu durum, Yıldızoğlu’nun  yukarıda  verilen saptamasının marxizmin  doğru bir verisi olmadığını; en azından böyle bir konuda  salt siyah-beyaz değil gri renklerin de olduğunu, bulunduğunu bilmemiz  gerektiğini  gösteriyor.

 

C.Costarıadıs, “Tüm değerler arasında sonuçta belirleyici olan ekonomik koşullardır. Ancak SİYASAL, vb. koşullar, hatta insanların  kafasını meşgul eden  gelenek de  her ne kadar  TAYİN EDİCİ  DEĞİLSE DE  bir rol oynarlar.”  ( Marxizm ve Devrimci Kuram, Cilt I., Çev.H.Tufan, İletişim y., İst. 1997,s.38,17. dip not.)  diyerek  görüşümüzü desteklemektedir.

 

Konuyu alt/üst yapı açısından ele aldığımızda  ise C.Costarıadıs, “ .....alt yapı yalnızca belirleyici bir ağırlığa sahip değildir, gerçekte, tarihin hareketini sürükleyen o olduğuna göre, yalnız onun ağırlığı vardır. Çünkü o, bir hakikati elinde tutar, geri kalanı  bu hakikatten yoksundur.  Bilinç, çoğu zaman ‘yanlış bilinç’ olabilir ve öyle oluyor; mitoslaştırılır, içeriği ‘ideolojik’tir. Üst yapılar her zaman  iki yüzlüdürler, ‘gerçek konumu’ gözlerden  saklayabildikleri gibi açıklayabilirler de, özünde çifte işlevleri vardır.” (agy.,s.38) diye eklemektedir. Costarıadıs’in bu açıklamaları da bize hak verir durumdadır.

 

“.....artık biçimlerden de bir anlam elde etmek mümkün olmadığına göre, her okuyucu metinden sonsuz sayıda ve sürekli ertelenen istikrarsız  bir anlam çıkaracaktır.  Durum bu olunca, yazarın, eserini okuyucuya teslim etmekten ve yok olmaktan başka bir çaresi yoktur (Barthes) . Böyle bir dünyada, sanat sadece sanat için, haz elde etmek amacıyla tüketilecek, okuma ve yazma edimi ise bir oyuna, anlamaların  sonsuz permütasyonlarına dönüşecektir.” (s.133).

 

Bu alıntı, Yıldızoğlu’nun temel bir yaklaşımına işaret ediyor. O, biçime inanmıyor. Böylece sanatın (tabii şiirin) bir biçim olduğu evrensel gerçeğinden uzaklaşılmış oluyor.

 Biçim üzerinde yapılan değişikliklerin de yanında değildir doğal olarak. O değişikliklerin biçimde oluşturduğu yeniliklerle anlamsal boyutların ortaya çıkacağına inanmıyor.  Anlamdaki bu boyutluluğun her okuyanda  yenilendiğini ise  bir oyun gibi görüyor. (Huzinga’yı anımsayınız; Homo Ludens, oyunun toplumsal işlevi üzerine bir deneme, Ayrıntı y., İstanbul, 1995’ i unutmayınız. Tabii Huzinga’yı anımsayınca da şiirdeki anlamsal boyutluluğu oyun gibi görmenin  ne denli  havada kaldığı  ortaya çıkıyor!..)

 

Bunlar önemli yanlışlıklardır.  Kabul  edip etmemek bizimle ilişkili değil.

 Yıldızoğlu’nun bu  kavrayışı,  sanatın bir biçim olduğu ve o biçim üzerinde yapılacak değişikliklerle evrensel bir boyut kazandığı gerçeğini değiştirmiyor. İyi ki değiştirmiyor. Yoksa ne yapardık? 

Birileri,  herkesin okuduğunda aynı şeyleri anlamasını sağladığını savladığı metinleri bize sanat diye yuttururdu!.. Ya da  dayatırdı!..

 

 Tıpkı  Jdanov’un yaptığı gibi!..

Marksizm budur diye dayattıkları gibi...

Ne yapardık o zaman?!..

 

 

ANA SAYFA    YORUM     GERİ

Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.

Yazıların her haklı saklıdır.