Hit Counter defa okundu

 

OKURKEN  DÜŞÜNÜRKEN  2

 

 

 

muhsin şener

 

2002 ‘ye  girerken

türkiye’de ilk yılbaşı, 1829’da istanbul’da ingiliz elçisinin bir ingiliz gemisinde verdiği ziyafet ve baloda kutlanmış. osmanlı vekilleri o akşam yatsı namazlarını ‘tersane divanhanesi’nde “eda edip” gemiye geçmişler ve sabaha dek orada eğlenmişler. ısrarlar üzerine viski içenler bile  olmuş. ‘mekruh’ olduğundan kuşku duymadıkları(!) ‘çatal’ bile kullanmışlar o akşam. ve bu kutlamayı  “kafir işi, ne çare devletçe lüzum görüldü, gidilmek  icap  etti” gibi açıklamada bulunmuşlar. ne ki  sultan mahmut’a da öve öve biterememişler  iyi mi?(radikal, yıldırım türker, 1 ocak 2002).

 

2002 yılbaşını,  örneğin kanal 7 tv kutlamadı. salt kutlamamakla kalmadı,  bir hafta önce,  “yılbaşı kutlamaları yapılmalı mı yapılmamalı mı?”    tartıştı  iskele sancak’ta.  konuya  din açısından bakıldığından, o konuda yetkili olduğu söylenenler  “yılbaşı eğlencelerini yasaklayan  dini bir emir yoktur ama ben şahsen yılbaşlarında eğlenmem ve eğlenilmesine de izin vermem” demeyi özellikle ihmal etmediler!.. ihmal etmediler, çünkü  “sakın ha yılbaşı yapmayın!..” diyemiyorlardı bir türlü, yetkili olduğu söylenenler...

 

padişaha öve öve bitiremedikleri yılbaşı eğlencesini kendi aralarında  “kafir işi” olarak değerlendirme iki yüzlülüğü  bir tür gelenekti nasıl olsa!...

 

divan mı yeni yazın mı?

ayşe düzel, 2002’nin ilk söyleşisini  doğan hızlan’la yapmış. ona  son günlerin en gözde  konularından birini soruyor: “divan yazını mı yeni yazın mı?” böyle başlayıp gelişiyor ve genişliyor söyleşi.

hızlan, ilginç yanıtlarla geliyor.

yanıtların önemli bir bölümüne katılamadığımı söylemek istiyorum. nedenlerini de sayacağım.

“bizim toplumda eğer  adam yahya kemal’e veya orhan veli’ye kadar okumuşsa yahya kemal’den ya da orhan veli’den sonra şiir öldü der ve rahat eder ,kendini tatmin eder” diyor hızlan.

yani türkiye’de şiirin y.kemal’le bittiğini söyleyenler, y.kemal’e dek şiirimizi okuduklarından mı öyle söylemiş oluyorlar yani?

 hiç de öyle değil!..

türkiye’de şiirin y.kemal’le bittiğini söyleyenler  çok geniş bir kesimi oluşturuyorlar ve eski şiiri savunuyorlar. y.kemal’i de eski şiiri savunduğu için  son durak olarak alıyorlar. tabii bu durum  liselerimizde okutulan yazın izlencelerinin düzenlenmesine değin etkili olduğu için  yeni yazının  da  orada bitirilmesi  sağlanmış oluyor. yoksa hızlan’ın söylediğinin ne gerçeklikle ne de bilimsellikle hiçbir ilgisi yoktur.

 

divan yazınının tadını almak konusundaki soruyu hızlan, “okullarda ne aruzun şiire kattığı estetik okutulur ne de ondan sonra gelen hecenin önemi kavratılır. çocuk , divan şiiri diye ‘mefailün failün’ ölçüsünü ezberler ve sıkılır” diye yanıtlıyor.

buradaki çelişki dikkatinize mutlak çarptı: hem  aruzun divan şiirine kattığı estetik üzerinde durulmadığından söz ediliyor, hem de  mefailün failün’ün ki bu bir aruz kalıbıdır,  divan şiiri ile birlikte verildiği söyleniyor.  bunlar ikisi bir arada veriliyorsa eğer  estetik üzerinde nasıl durulmuyor anlamak olanaksızdır. eğer burada söylenmek istenen şey  aruzun şiire eklediği estetiğin öğretmenlerce verilemediği   ise o böyle anlatılamaz.

eğer, aruz şiire estetik katkıda bulunuyorsa  ki hızlan bu kanıdadır, bunun  21.yy.’a girdiğimizin ikinci yılında  liselerimizde çocuklarımıza ve gençlerimize  kavratılabilmesi için  osmanlıca’nın öğretilmesi; onun için de arapça ve farsça’nın öğrenilmesi  gerekiyor. öğrenilmesi gerekiyor ki  bu dillerdeki sözcüklerin müziksel ahengi üzerine aruzu oturtmak olanaklı olsun. böyle bir şeyin yapılması  hiç olası değildir ve hiç de önerilecek bir şey değildir.

o nedenledir ki hızlan,  soruya  yanıt vermiş olmak için konuşmuş görünüyor.

 

 yazında da politik kaygıların olduğu konusunda, “ edebiyatın ölçüsü edebiyat olmalıdır. toplumcu gerçekçi edebiyatın da edebiyat dışı ölçüleri oldu bu şairleri eserleriyle değil demokrasi kavgasıyla, marksist mücadeleyle, hapiste yattıkları yıllarla değerlendirenler oldu.” yanıtını veriyor.

sağcı solcu ozan ya da yazar olmaz demeğe getiriyor.

sağ sol kavramları  20.yy’ın soğuk savaş  anlayışından  kaynaklanıyorlardı. 20. yüzyılın ayırıcı nitemlerinden biriydi bu. 21.yüzyılla birlikte o da tarihe karıştı...oradan bakınca hızlan haklıdır.

sağ kavramların egemen olduğu bir düşünce ve duygu dünyasında doğru  şiir kurmak  bana olanaksızmış gibi geliyor.

şiir, algıdan dışavuruma değin, diyalektik bir süreçten geçiyor. yoksa şiir oluşamıyor. diyalektik sürecin içinde sağ  kavramlara  yer  yoktur.

sağ  kavramlarla, esine ulaşan bir algı ve dışavurum  yapılabiliyor.  oysa, kökleri esinden beslenen bir şiirin, doğru kurulmuş  olduğundan hep kuşku duyulmuştur. epoke’nin olanaksızlığı söz konusu ise eğer, esini hiç aratmayan bir kaynağın tam göbeğinde durur ozan.

şiirin sağı solu olmaz ama doğrusu yanlışı vardır.

 

söyleşinin bir yerinde  hızlan, “köy romanı öldü diyorlar.” dedikten sonra,  köy romanını savunuyor.

köy romanı konusu  çoktan konuşulmuş ve  rafa kaldırılmıştı. şimdi yeniden mi geliyor gündeme?  

madem ki köy romanı vardır, olacaktır; neden kent romanı, kasaba romanı, mahalle romanı,sokak romanı .... olmasın?

romanı, ele aldığı temaya  göre adlandırmak, ona hiçbir şey katmıyor!... önemli olan ürünün roman olması. köy’e ilişkin, kent’e ilişkin, kasaba’ya ilişkin, belde’ye, mahalle’ye ilişkin...falan olması onun önem ve değerini arttırmıyor, aksine  karmaşa yaratıyor!..

hızlan’ın bu sözleri bana rasgele söylenmiş sözler gibi geliyor...

 

“işi aza indirgediniz mi hem işinizi azaltırsınız, hem de militanlaşırsınız”  tümcesini,  örneğin divan şiirinin yazın izlencelerinden çıkarılması (ki bunu tasfiye olarak nitelendiriyor hızlan) için söylüyor.

bu yargının doğru olduğunu hiç sanmıyorum.

divan şiirini yazın izlencelerinden  çıkarmak gibi bir istek de yok zaten. bu günkü kadar yaygın ve derin olması istenmiyor. bu bir “tasfiye” değildir. ve bu,  eğitim işini kolaylaştırmak için de yapılmıyor/ yapılmayacak. hatta yazın eğitimi, daha da zorlaşacak. çünkü  yaygınlığı artacak,  alan genişleyecek. o genişlik içinde  çok ve çeşitli yazarlar, ozanlar ele alınacak;  düşünce yaşamının tüm yönleri gündeme sokulmuş olacak ve bir düşünce portresi ortaya çıkarılacak.  bir tür “yineleme” olan divanla yapıldığı gibi, birbirine çok benzeyen bir alan içindeki ürünlerle çalışılmayacak. yani iş, kolaylaşmayacak, zorlaşacak!..

 

söyleşide “medyatik olmak” kavramı çevresindeki açıklamaları ilginç buldum. hızlan, “medyatik olmak medya aracılığıyla daha çok okura ulaşmak,o kitabın okurunu artırmaktır. medyatik olanları suçlamak günümüze yakışmayan bir ilkelliktir.”

diye ekliyor.

bu konu, bir yazar ya da ozanın kitabını daha çok okura tanıtmak  için  gösterilen çabalarla sınırlı değil. hızlan’ın açıklamaları çok eksik.  medyatiklik  peşine takılanlar, imajın kandırıcılığından yararlanmak üzere tv ekranlarında, yer yer güzel sözleri de içeren kimi metinleri şiir diye,  jest ve mimiklerle süsleyerek  dinleyenlere aktararak, çabalarını  kasket ve  cd’lerle medyatik ortamdan olanak sağlamak peşindedirler.  bu kişiler, şiiri  halkın ayağına götürüyormuş gibi yaparak  şiir olmayan kimi metinleri / sözleri görselliğin kandırıcılığında  sunup şiirin yozlaşmasını  hızlandırmışlardır.

 medyatiklikten bu  nedenle  yakınılıyor!..

sorun, asla, hızlan’ın söylediği gibi  değildir!..

 

sol / solculuk...

nuray mert’in muhalif olmak adını taşıyan yapıtı  yayımlandı. her şeye ve herkese muhalif olmak... önemli bir tavırdır bu. kişinin dünyaya ve kendine, sorularla bakması ve onu yeni baştan kurması demektir.

yapıt, sol düşünceyi gündeme getirdi.

radikal’de ismet berkan’ın biraz kışkırtan bir biçemle yazılmış yazısı üzerine (yazının başlığı bile ‘solcular neden hiç yenilmezler?’di!.. ) sağlam kalemler sol için yazdılar.

solculuğun, “insanlar arasındaki eşitsizliğin ayrımına varmak olduğu” na; o nedenledir ki “eşitliğin ve eşdeğerliliğin gerçekleşmesi gerektiği” ne; “kazananlara karşı olmaktan çok, insanların  yeteneklerinin ve ürünlerinin, kazanan olmak için kavgaya sürülmesiyle kaybedenlere karşı olmanın, bu gidişe karşı çıkmanın adı olduğu” na  dokunanlar oldu.(radikal,ömer laçiner).

yıldırım türker,  ismet berkan’ın yazısı üzerine  hürriyet’te, muhalif olanların sonradan büyük basına satılmış olduklarının işlenmeye başlandığına işaret  etti. bu türkiye’de sol’un, nasıl postmodern bir alaycılığa kurban edildiğini gösteriyordu. sanki bu ülke sol’a bir daha muhtaç olmayacaktı ya da hala onu kurtaracak olan sanki sol düşünce değildi...garip bir çelişki!...

türkiye’de solun da devletçi ve milliyetçi olduğunu  söylüyordu ahmet insel radikal iki’de. (9.12.2001, solun üzerindeki ölü toprağını silkelemek).

ecevit’in demokratik sol’u, milliyetçi olduğunu onun ağzından kaç kez ortaya koydu...solun ulusalcı olanı olur mu?.. anlamak çok zor!..

sol, ulusu değil, ulusları; insanı öne çıkardığından  ulusalcı olamaz.

bir ulusun öne çıkarılması solculukla nasıl bağdaştırılabilecektir?

bir ulusun öne çıkarılması onun öteki uluslardan daha önde düşünülmesi anlamına geliyor.  örneğin,  çıkarları açısından bir ulusun,  öteki ulusların çakarlarından daha önde düşünülmesi...o  ulusun  kendi insanını  düşünerek  önlemler aldığını gösterir. bu düşünce çok anlaşılır bir düşüncedir. ne ki sol’la hiçbir ilişkisi yoktur. kendisine sol demediği sürece gerçekçidir de. sol derse eğer, doğru söylememiş olur.

o nedenledir ki sol ile ulusçuluk  bağdaştırılamaz.

 

birey<>toplum çelişkisi

berlin duvarının yıkılmasından sonra çok hızlı bir biçimde  değişimler yaşadı dünyamız. bu değişimler hala sürüyor.

11 eylül olayı üzerine bu değişim başka bir yönde  hızını biraz daha arttırdı.

 

birey öne çıktı artık. birey kendi rahatını ve mutluluğunu  içinde yaşadığı toplumsala karşın öne çıkarıyor. ben varım diyor. toplumsal için ödün vermek istemiyor. hak istiyor, hukuk istemiyor. birey bencildir!..

bireycilik bireyselciliği yaya bırakmıştır artık...

 

bu tabloda bireyi oluşturan değerler insancı ve evrensel değildir. o nedenledir ki bireycilik, kaypak bir zemin üstünde duruyor.  kişiliksiz  bir birey ile karşı karşıyayız. çıkarı nerdeyse  birey oradadır. onu elde etmek için her şey yapar / yapabilir.

bu yapılanma onu kimlikle kucak kucağa getirir hemen ileride.

ulusalcılıkla mukaddesatçılık arasında herhangi bir seçim yapması söz konusu değildir. yeter ki çıkarı gerçekleşmiş olsun.

kendini oradan oraya atan bir bireydir o.

hiçbir seçimi gerçekliğe dayanmadığından  istediğini hiç bulamadı. bulduğu ile yetinmek zorunda kaldı.

bir geleceği ise hiç olmadı...

 

toplum, birey kadar değişmedi. onun gibi yeni biçimlere girmedi/ giremedi.  çünkü  birey ne insancıl ne de evrensel bir düşünce üzerinde duruyordu. o nedenledir ki kaygan zemin  yeni toplumsalı yaşatmada elverişli olamadı.

toplumsal, bir örgütlenmeyi gerektirir. toplumsal örgütlenemedi. yeni yapılanmaya göre örgütlenemedi. çünkü birey hangi özgürlüklerinin yanında olmak üzere toplumsalı örgütleyecekti bu belirgin değildi. birey ne istediğini bilmiyordu. onun çıkarı önemliymiş gibi bir görüntü vardı.  hak isterken hukuk istemeyen birey, hukukun gelişmesini de engellemiş oluyordu.

galiba 11 eylüle böyle gelindi.

birey, bağsız bağlantısız, uygarlıkları yıkmayı bile göze almaya başladı.

tekrar geriye dönülerek bireyin kimi bağlarla bağlanması mı gerekecekti?

böyle bir durağa mı gelinmeliydi?

 

şiirin somutluğu

adnan benk, edip cansever’e  şiirinde özneyi kullanmasını açıklayabileceği sorular soruyor. “nesneleri vermeyi her zaman yeğlerim. vazgeçemediğim bir şeyedir bu. eliot’ın ‘nesnel karşılık’ kuramından yola çıkıyorsak coşkularımız, duygularımız, düşüncelerimiz şiire aktarıldığı zaman oradaki nesnel karşılıklarını bulmalı....şiirde gereksiz ayrıntı sayılabilecek şeyler aslında fon gibi gerekli olan öğelerdir.” ( a.benk, çağdaş eleştiri/3, doğan kitap ,ist. 2001, s.137) diye yanıtlıyor cansever.

burada şiir ayrıntıda mıdır?; şiirin peşinde olduğu somutluk somut şeylerden söz etkmesi midir?... gibi iki önemli soru  var. şiirin ayrıntıda değildir diyor cansever.( agy.s.138). ne ki bu düşünce yukarıda söyledikleriyle çelişiyor. tabii şiir ayrıntılarda gizlidir.onu görmek gerekir.o nedenledir ki şiir ordadır.onu bulup alamak gerekir denilmiştir. ayrıntının içine gizlenmiş olan şiirliği bulup gösterebilmektir ozanlık.onu görmek ise eşyanın ve şeylerin  gizini görebilmekle ilişkilidir. o giz  ozana ayırıcı bir netim veriyor. kimileri buna yalvaçlık diyorlar.kimileri de zekilik...bence de bu  bir kavrama  yeteneği... doğuştan olduğunu düşünmedim hiç.çalışılarak oluştuğunu sanıyorum.  şiirin analitik incelemeye yatkınlığını öyle yalvaçlıkla,ermişlikle falan ortadan kaldırmaya çalışanların karşısına dikilmek gerekiyor. şiir basbayağı  bir us ve diyalektik yöntem işidir. çalışılarak ve masa başında yazılanı makbuldür.

 

şiirin somutluğu somut şeylerden söz etmesi değil kullanılan sözcüklerle oluşmuş somutluktur. şiirin ham maddesinin somut olması gerekmiyor. ne ki bu ham maddenin algılanması  diyalektik bir  ilişki içinde olmalıdır. öylece  algılanan eşya ve şeyler  tezden antize ve oradan da yeni bir senteze ulaşmak durumundadır. bu  eşyanın ve şeylerin yenibaştan oluşturulması demektir ki  şiir de onu yapmak durumundadır. bu sürecin işlemesine somut şeylerden söz etmek doğrudan etki yapmıyor. ya da  örneğin taştan,topraktan,gülden,yağmurdan.....falan söz  etmek şiirin böyle bir tez+antitez+sentez sürecinden geçmesini sağlamıyor. orada süreci gerçekleştiren eşyanın ve şeylerin  gizini ayrırabilemek ve ve o gizi  yeni bir yapılanma içinde sunmaktır yapılacak olan. bu sunum yeni bir dilen de getirilmesi anlamına geliyor. tam orada  dilbilimin verilerinden yararlanılması gerekiyor. yeni dilbilim verileri yeni dilin kurulması ve gelişmesini sağlamalıdır.

şiir bu  yapılanmasıyla işte  okuyucuyu değiştiremey ve onun geliştirmeye tabip oluyor.

şiir okuyan  bireyin  biliincinini değişmesi sağlanabiliyor.çünkü eşyanın ve şeylerin gizidir  şiirle sunulan. o giz yeni bir bakış ve kavrayışın önünü açıyor. birey hep yeni bakış ve kavrayışlarala karşı karaşıyadır. her okuyuşta bir yeni kapı...

şiirin somutluğu budur işte.

umalım ki cansever de bu somutluktan söz etmek istemiş olsun ve eliot’ın  nesnel karşılık kuramını böyle anlamış olsun!..

 

baudelaire somutluğu

ilginç bir saptamadır bu: baudelaire’in  şiirinde  somutluklardan söz ediliyorsa eğer dışavurum da somut; soyut şeylerden söz ediliyorsa dışavurum da soyuttur.   şiirdeki somutlukla soyutluğun düşünsel düzeyde  olması/ kalması bile  ilişkinin gerçekleşmesini  sağlamaya yetiyor. 

konuya kavrayış açısından bakıldığında, eşyayı ve şeyleri somut olarak kavramanın ardından dışavurum somut yapılabiliyor. kavrayış soyut düzeyde ise  dışavurumun da soyut olması doğaldır. kavrayışın soyut olması  diyalektik olmadığını gösteriyor. o kavrayıştan bir tez+antitez+sentez çıkmıyor; çıkarılamıyor.   soyut kavrayışın kullanılan dille  somutlaşması  olanaklıdır. baudelaiire,bunun en güzel örneklerini veriyor şiirlerinde.

 

takma saç kullanıyor,çok ağır bir kusur bu,

güzel,kara saçları ensesinden yok oldu;

ki engel değil tutkun öpüşler yağmasına

bir cüzamlıdan daha çok soyulmuş alnına

(j.p.sartre,çev.b.onaran,baudelaire,payel y.,s. 54)

sürüklenir ya başka gönüller musikide

benimki,ey sevgili!  kokundan yüzer senin.

(agy.s.112)

saçan özgün çiçek var nice

tatlı kokusunu bir giz’ce

(agy.s.114)

 

ilk  alıntıda  baudelaire, bir insanı,  kadını betimliyor. bu bir  somutluktur. saçı, alnı tüm alımlılığı ile tanımlanıyor. bu somutluğun izlenimleri de vardır dizeler içinde. kusur, güzel, tutkun öpüş, yağmalama, cüzamlı gibi soyulmuş alın söz ve söz grupları bu  izlenimi  aktarıyor. bu dizeler içinde  somut varlıklar vardır.  kavranan o somut varlıktır. oradan yürünerek  somut bir dışavurum egemen olmuş dizelere. bu durum çeviride daha belirgin olarak görünüyor.

oysa  ikinci örnekte, kavrayış soyut bir durumla ilişkilidir. müziğin gönülde yankı bulması tanımlanmak isteniyor. kendi gönlünün sevgilisinin kokusunda yüzdüğünü belirtmek istiyor. koku ile müzik arasında  bir somut ilişki oluşturuyor. bu ilişki iki soyut durum arasında kurulmuştur. ne ki  bu iki soyut durum somut olarak ortaya konabiliyor.  müziğin sesi ile sevgilinin kokusu  bir somut durumu koyuyorlar önümüze. burada  algılamanın  diyalektik süreç içinde yapıldığını görüyoruz. müziğin sesinin  bağlayıcılığı bir tür zorunluluğu da yanında getiriyor.  isteseniz de istemeseniz de o sesin egemenliği altına giriyorsunuz.  müziği böyle algılamanın  gerçeklikle birebir çakıştığını görmeliyiz. o gerçeklik bir yeni durum ortaya çıkarıyor: sevgilinin kokusu da tıpkı ses gibi kişiyi bağlayarak etkisi altında  yüzdürüyor.  artık bu yüzme ile sürüklenme anlamlı oluyor ve kavranabiliyor.  soyut bir durumun somut olarak ortaya konulması  böylece gerçekleşmiş oluyor

 

giz, soyut bir kavram. onun kavranması somut olamıyor.  ne ki  dışavurumu sözcüklerle somutlanabiliyor.  giz, görülmemiş, duyulmamış  tatlı kokusunu bir çiçek kokusu gibi saçar ortalığa... o bir gizdir ama bir çiçeğe benzeyen koku saçar, tatlı bir kokusu vardır, görülmemiş bir kokudur o,  özgün bir kokudur.

dizede, saçan sıfatfiili, özgün sıfatı, tatlı  koku tamlamasıyla  soyut olan giz, elle tutulur oluyor nerdeyse... soyutun somutlanması böyle oluyor.

baudelaire şiirinin belirgin bir nitemidir bu.

 

 

 

ANA SAYFA    YORUM     GERİ

Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.

Yazıların her haklı saklıdır.