defa okundu
ŞİİR İÇİN ESKİZLER 7
muhsin şener
şiir için
1.
şöyle yazmışım:
şiirleme,
*aklın, sınır ötesi bir atılımıdır.
*burada bilinmeze anlam vererek bir sonsuzdan bir başka sonsuza açılan kapıdan çıkıp, yorum yapan, kendini dile getiren aklın işleyişini görüyor.
*akıl türkü söylüyor, gerçeklik karşısında.
*insan, yıldızlara sığınmaya, onları karşılamaya hazırdır.
*bilimsel, kuramsal, metafizik, teknolojik yaklaşımlardan farkı; logos temelli ve dikkat çekme, denetleme, ele geçirme, sorun çözme amacındaki akıl eylemi değil.
*sonsuzu, güzeli, edebi taşıyan....
2.
düş görmekte ısrardan başka çare yok (şiirden başka çıkış yolu yok). çünkü şairin tek sığınağı kendi uğraşı, kendi işi.
“kamunun bilisizliğinden akıllıca uzak kalmalıyız” diyor g.galilei. burada, bilisizleştirilmiş kamunun yeniden aydınlatılmasını sağlayacak bilginin, duyarlılığın, farkındalığın üretilebilmesi için “uzak kalma” söz konusudur.
insanların “uslamlama yetisini canlı tutabilmek”i sağlamalarının yolu şiirden geçiyor.
usuna sahip çıkarak, sistem tarafından yutulmamayı başarabilme; böylece özgürleşmeyi sürdürebilmeyi şair yüklenmiş görünüyor.
herkesin önüne konan yaşamla zekice alay edebilme özgürlüğüdür şairin bugünkü yapabildiği.
şair, bugün yaşanan hayatın üstünü örten yanlışlıkları anlamak için çok bilgilenmeli;
ciddi sorunlar üstünde çok çalışarak bilgisini arttırmalıdır.
bunaltılarını, can sıkıntılarını elinin tersiyle itebilmek için “zekice deliliğini bütün gücüyle korumalı”;
”kaya üzerindeki çiziklerde varlığını sürdürebilen yosunlar gibi” insan, yanının ayrımında olmalı ve bu yan çok diri tutulmalıdır.
tüm bunları şiirden başka neyin sağlayabileceğini düşünüyorsunuz ki?
bu şiirle ne yapılmak isteniyor? sorusunun her şiire sorulması mı gerekiyor?
galiba öyle...
o şiiri, karşımızda “durduğu/bulunuduğu biçimiyle” kurmanın amacının ortaya çıkması gerekiyor. eğer ozan, o amaca en uygun olanı koyabilmiş/getirebilmişse o şiir başarılı demektir.
Şiirin,“durduğu/bulunduğu biçimin amacını” arama, tartışma ve açıklama, anlatma çalışması, eleştirinin işidir.
3.
son günlerde kimi şiir dergilerinde ‘toplumcu’ yaklaşıma ilişkin açıklamalar ve böyle bir yaklaşımı tekrar öne çıkarmak gerektiğini söyleyenler var. 19. ve hele 20.yy’da çok çok tartışılan bu konunun yine gündeme çıkarılması ilginç geliyor bana.
bireyin öne çıkarılmaya çalışıldığı 21.yy’da, yine herşeyin toplum için ve onun adına yapılmasının ve bu düşüncenin savunulmasının yararlı olacağını sanmıyorum. yeryüzünde toplumcu anlayışların uygulama alanları ve uygulama biçimleri ile bunların uygulandığı ülkeler ve yönetimler çok gerilerde kaldı. toplumcu düzenlerin dayandığı felsefeye ilişkin çok geniş bir kaynak var insanlığın elinde. toplumcu düzenlerin neden başarısız olduğunun değirlendirildiği kaynaklar var. bu deneyimlerden insanlık 21.yy’dan başlayarak yararlanacaktır. bu düzene bir kez daha dönülebileceğini kimse düşünmüyor.
ne var ki küreselleşmenin getirdiği kimi yanlış uygulamalarla kimi yanlış algılamalardan kaynaklandığını düşündüğüm sosyal sıkıntılar, kimi kesimleri yine toplumculuğa yöneltmiş bulunuyor. en azından toplumculuğun bir kurtuluş yolu olduğu düşünülmeğe başlanmıştır yine. Küreselleşme, yeryüzü olanaklarının yönetişimle tüm insanlarca birlikte üretime ve tüketime koşulması istenirken zengin toplumlar daha zengin, yoksul toplumlar ise daha yoksul olmaya başlamışlardır. 21.yüzyıla böyle bir tablo ile girildi ve yürünüyor bu tablo ile birlikte. yoksul toplumlar doğal olarak yoksulluklarının ayrımında olunması ve gereğinin de demokrasi içinde yapılmasını isteyen önemli çıkışlar yapmışlardır, yapıyorlar.
zengin toplumlar, üretim araçlarını genellikle ellerinde bulundurdukları ve yenisini yapma olanaklarıına da sahip oldukları için, olanakları önce kendilerine ayırmakta, sonra ötekini düşünmeyi planlamaktadırlar. Bu, psikolojik bir gerçeklikten kaynaklanıyor. önce kendini düşünmek...toplumsal düzenlerin yüzyıla yakın uygulandığı toplumlarda da o zamanlar böyle olmamış mıydı? bürokrasi, önce kendini düşünmeyi ve garantiye almayı öne çıkarmadı mı? bu düşünce biçiminden bir kıymık bile koparılamayınca düzen kağıttan kaleler gibi yıkılıp gitti.
şimdi yine oraya, oralara dönmenin bir anlamı olduğunu sanmıyorum. ne ki toplumculuğun dayandığı koskocaman felsefi birikim önümüzde ve elimizin altında olacaktır her zaman ve ondan yararlanacağız. diyalektik bize yol göstermeye devam edecek. dünyayı ve olayları doğru kavrayıp doğru kararlar vermemizde bize yardımcı olacak.
şiir de diyalektikten yararlanmayı sürdürecektir. şairin dünyayı ve olayları kavrarken ondan yararlanması bir zorunluluktur. “orda duran/bulunan şiirin” dile dönüşmeden önceki “duruşu/bulunuşu” diyalektik olarak kavranacak, anlaşılacaktır; kavranmalı/anlaşılmalıdır. algı düzeyinden alımlama düzeyine geçen bu bilgi birikimi, yine diyalektiğin ilkeleri doğrultusunda bir yeniden değişime ve dönüşüme uğratılarak yeni bir dil halinde şiir olarak yansımış olacaktır.
bu açıklamadan anlaşılacağı gibi diyalektikten yararlanma şiire, hem öz olarak hem de biçim olarak yansımaktadır. öz olarak, şiirin ele aldığı ve işlediği maddenin algılanıp alımlanmasını; biçim olarak da bu maddenin işlenip yeni bir dil haline gelmesini gerçekleştirmektedir diyalektik yaklaşım.
ayrıca şiir, yeni bir dile dönerek gelirken, simgeler seçilmesi, kurulması; imgelem oluşturmak üzere yeni imgeler bulunması, yapılandırılması sırasında da diyalektiğin ilkelerinden çokça yararlanılması gerekmektedir. şiirin ele aldığı maddenin yeni bir dile dönüşmesi ancak (tez +antitez+sentez) ve (yadsınmanın yadsınması) ilkelerinin uygulanmasıyla gerçekleşebilmektedir. bu ilkelere yaslanılmadan gelen yeni dil, kimi raslantılarla oluşmuş, değişim ve dönüşümlerden başka bir şey değildir.
“bizim olan bize ait olan “diye tanımlanan geleneğimizin, bu ilkelerle uzaktan yakından ilişkisi bulunmaması yanında, özellikle son zamanlarda gittikçe yoğunlaşan kimi çalışmaların geleneksellikten de güç alarak gittikçe yaygınlaşması ve derinleşmeye başlaması düşündürücüdür. Görselliğin özellikle öne çıkarılarak yapılan, tv’lerdeki türkü programları, folklorik ürünleri, giyim kuşamlarıyla birlikte aynen canlandırmayı bir marifet saymaya başladı. diziler, feaodalizmi öne çıkaran ve yer yer özendiren konulara yer vermenin altını çizer oldular. görselliğin özellikle öne çıkarıldığı popstar gibi çalışmalarda ise özü olmayan, salt biçim olması nedeniyle kolaylıkla inanç ve etnik ayrımcılığa yöneltilebilen durumlarla karşılaşılmaktadır.
köyden kente yoğun biçimdeki göçün getirdiği altüst olmanın çözümü bu mu olacaktı?
ünsal hoca’nın bir röportaj sırasında söylediği gibi “modernleşmenin klasik tarihinde ilk etapta taşra hayatının alt yapısının merkezin taleplerine uygun hale gelecek biçimde yeniden tanzim edilmesi vardı....bizde 1950’lerde falan taşranın folkloru merkezin taleplerine göre işlenip biçimlendirilmeye başlanır. fakat bir süre sonra bu yetmemeye başlar. bu kez dünyayı taklit etme modası başlıyor. damak tadımız değişiyor, giyim kuşam değişiyor. dünyanın en gelişkin yerlerindeki insanlardan biri olma ya da hiç değilse ona benzeme modası başlıyor. doğru düzgün işi olmayan adam bile, dünyanın en gelişkin zevklerinden pay alma isteği duyuyor. folklorik olanın bugün gündeme gelme biçimi, onun kapitalizm öncesi dönemdeki ürünlerini alıp, sanatın en gelişkin olanaklarıyla, bugünkü yabancılaşmayı fark ettiren bir felsefe içinde yeniden işlemek....” yerine “...kültürde kaba sabalık, basitlik kurulmuş gibi gözüküyor. bu işin aslı faslı bence budur.” (ünsal oskay,varlık şubat 2004) .
ünsal hoca sürdürüyor açıklamalarını: “...bizim de bir h a i r müzikalimiz olsun istiyoruz ama ne bunu yapabilecek düzeyde bir insanımız, ne de bunu izleyebilecek kitlemiz var....gele gele işte en fazla d a n s ı n s u l t a n l a r ı’na a n a d o l u a t e ş i’ne falan geliyorsunuz.”
hocanın önemle altını çizdiği bir gerçek var burada:
değişim ve dönüşüm, hem bireyde hem de toplumsalda oluşan bilgibilim kökenli bir değişim ve dönüşümün üstüne oturmalıdır. eğer bu epistemik değişim gerçekleşmemiş ise işte o zaman h a i r müzikalini izleyen bir seyirci kitleniz olamaz. cumhurbaşkanlığı flarmoni orkestrasının, örneğin erzurum’da, muş’ta, van’da...konser vermesini ‘halka yapılan en büyük zulüm’ olarak değerlendirmekte hiçbir sakınca yoktur!...
neden?
çünkü, değişim ve dönüşüm; yani orkestra denilen ve evrensel müzik yapıtlarını seslendirmek için oluşturulmuş, yaylı ve üflemeli çalgıların çıkardığı sesler, dinleyenler üzerinde ancak bir tür ‘zulüm’ olarak algılanıyorsa, değişim ve dönüşümün gerçekleşmesini sağlayacak olan epistemik değişiklik olmamış demektir. böyle bir değişimin olmaması, salt biçimsel, görüntü ağırlıklı sözde yapılanmalardan ileri gelmektedir. türkiye toplumu, tanzimattan beri bu ‘biçimsellikle- öz’ arasında bir türlü bir seçime ulaşamamıştır ve ‘modernizm mi gelenek mi ?’ sorunsalı çevresinde dönüp durmaktadır.
hoca’nın bu işin “aslı,faslı” dediği budur işte!
bilginin algılanması ve kavranması ile yaşamda kullanılmasının dayandığı felsefede oluşması istenen değişim ve dönüşümün, salt bir örneği olarak alındı h a i r müzikali ve cumhurbaşkanlığı flarmoni orkestrası...
gelenekselin bir değişim ve dönüşümünden söz etme olanağı var mıdır böyle bir yapılanmada?
böyle bir kavrayışın değişim ve dönüşümü hoşgörmesi mümkün müdür?
21.yy’da bireyin öne çıkmasına hizmet edecek her türlü yaklaşımın yanında olmakta yarar vardır. toplumculuğun değil!.
bireyi donanımlı kılmak ve bu donanımı içinde şiirini kurmasını istemek...
bana kalırsa yapılacak olan budur ve bu olmalıdır.
Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.
Yazıların her haklı saklıdır.