defa okundu
YAZIN EĞİTİMİ VE DİVAN
ŞİİRİ
Muhsin Şener
Emekli Milli Eğitim Bakanlığı Başmüfettişi
Son günlerde yazılı ve sözlü medyada
Sayın Eğitim Bakanının liselerimizdeki yazın eğitimine ilişkin ilginç ve
önemli açıklamalar yaptığını öğrendik.
Gelecek öğretim yılına yetiştirilmek
üzere yazın dersi izlencelerinin cumhuriyet
başlangıç alınarak
değiştirileceğini; cumhuriyetten
önce ve cumhuriyetten sonraki yazın dönemlerinin ayırt edilerek yazın ders
kitaplarının yeniden yazılacağını; divan yazınının ağırlıklı olarak
okutulmasına son verileceğini; eğitimin yakından
uzağa ilkesi uyarınca önce çağdaş yazının öğretileceğini, sonra da
cumhuriyet öncesi yazından örnekler verileceğini söylediği basında açıklanmış bulunuyor.
Tabii bu görüşlerin karşısında olanlarla
yanında olanlar ve görüşü geliştirerek destekleyenler vardır medyada.
Karşısında olanların kimileri bu görüşlerin çok yanlış olduğunu ileri
sürmekte ve kültürümüzün temelinin sarsılacağından yakınmaktadırlar. Yanında
olanlar ise çağdaş yazınımızın
ağırlıklı olarak okutulmasının
çok uygun olacağını ve bunun
çağdaş uygarlık düzeyini aşma anlayışımızın bir gereği olduğunu söylemektedirler.
Biz bu tartışma dolayısıyla konuya divan
şiiri açısından bakarak divan
şiirinin yazın eğitiminde okutulup
okutulamayacağını tartışarak
konuya temelden bir yaklaşım getirmek
ve kimi önerilerde bulunmak istedik.
Eğitim Bakanının “Cumhuriyeti bir başlangıç”
olarak görmesini tüm içtenliğimle destekliyorum.
Osmanlının 700.yılı anma çalışmaları nedeniyle
yazdığım yazılarda da toplumumuzun,
Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulan cumhuriyetle birlikte yönünü
Doğudan Batıya çevirdiğini; Doğunun, tüm kurum ve kuruluşlarıyla
cumhuriyetle birlikte üstünün örtülerek
yepyeni bir pencere açıldığını
yazmıştım.
Cumhuriyetle birlikte yeni bir yaşam
başlamıştır. Atatürk devrimleri denilen
sosyal değişimin, bu yeni yaşamın temellerini oluşturduğunu kimse yadsıyamaz/ yadsımamalıdır. Türkiye insanı, bu sosyal değişim ve gelişim ilkeleri ve esasları ile bugünkü
biçimsel ve anlamsal yapılanmaya kavuşmuş bulunuyor.
Cumhuriyetle başlayan bir yeni yazımız var.
Bu yazı
ile birlikte oluşan bir yeni
yazınımız, şiirimiz bulunuyor. Bu yazı
ile birlikte oluşmuş bir kavrama ve algılama biçimimiz oluşmuş. O kavrama ve algılama biçiminin içeriği laik bir içeriktir. O içeriğin, Türkiye
insanın bilincinde yavaş yavaş hümanizma ve demokrasi anlayışına
evrilen bir zihniyeti gerçekleştirmeye
çalıştığını görmezden gelemeyiz. Gerek bireyin ve gerekse toplumsalın oluşmasında ve birbiriyle ilişkisinde, özgürlük
ve demokrasi kavramlarının yapılandıran
bir işlevi olduğunu görüyoruz. Ne bireyin/bireyselin
ne de toplumun/toplumsalın göksel güçlerin etkisiyle oluşup gelişmesi söz
konusudur. Eğer böyle bir durum söz
konusu olursa laik toplum, o toplumun barışçı ve demokratik geleceği tehlikeye düşecektir.
Laik toplumda, sivil toplum kuruluşlarının,
demokrasinin kurulup çalışmasında ve gerek bireyin ve gerekse toplumun hak
ve görevlerinin işletilebilmesinde önemli ağırlığı var. O nedenledir ki bu
kuruluşların işlemesinin desteklenmesi zorunludur. Gücünü göksel güçlerden alan ve
sivil toplum kuruluşu olarak nitelendirilmeğe çalışılan kimi toplulukların, laik düzenle ve demokrasinin kurulup
işlemesiyle hiçbir ilişkileri yoktur/bulunmamaktadır.
Kısaca açıklanan bu nedenlerle cumhuriyet, Türkiye için Türkiye insanı için gerçekten
önemli bir başlangıç noktası olmuştur. O nedenle cumhuriyetten önce ve cumhuriyetten sonraki yazın dönemleri gibi
öğretimde de kolaylık sağlayacak olan bir ayrımın yapılmasında yarar ve isabet vardır.
Bugünkü yazın ders kitaplarında yazınımız İslamiyet’ten önceki Türk yazını, İslamiyet’ten sonraki Türk yazını gibi bir ayrımla ele alınmıştır.
Böyle bir ayrım tabii yapılabilir. Ne ki bu
ayrım, din esas alınarak yapılmış bir ayrımdır. Türklerin müslüman oluşu için
genel olarak kabul edilen tarih X.yy’dır.[1] X.yy., başlangıç alınarak yazını bu
başlangıca göre düzenlemek ve bu düzenleme içinde inceleyip değerlendirmek, İslam
dinini kabul eden Türklerin benliklerinde oluşan önemli değişimlerin izlerini
taşıyan yazın ürünleri ile eğitim-öğretim
yapmak, dinin yoğun etkisini kabul etmek demektir. Bu ürünlerin incelenmesi
ve değerlendirilmesi sırasında ister istemez
İslam dininin önemi, yeri, etkisi
üzerinde, yetişmekte olan kuşakların
bilinçlerinde dinsel bir yan, belki de bir taban oluşturulmağa çalışıldığı
hiç gözden uzak tutulmamalıdır.
Sabri Ülgener’in zihniyetin
oluşması ve görünümlerine ilişkin
çalışmalarında gerçekten ilginç saptamaları vardır.[2]
Taha Parla, Ziya GÖKALP’ın ekonomik yönden çökmüş durumda bulunan
toplumların aydınlarının durumlarını inceleyerek onların, toplumsalın yaşayan
sorunlarına çözümler bulmaları gerektiğini ileri sürdüğünü söylüyor.[3]
Türkiye insanının Kurtuluş savaşı sonunda karşı karşıya kaldığı durumun çözümünü aydınlardan istemesinin dayandığı
temel bu temeldir. Gökalp, aydına yüklediği bu görevle zamanımızda da önem ve
etkinliğini yitirmemiş bulunan bir
başka zihniyetin görüntüsünü tanımlamış oluyor: Türkiye insanı hala her türlü
sorununun çözümünü aydınından beklemekte ve kendini hiç sorumluluğu görmemektedir.
Her sorunda “aydınlar nerede?” diye haykırmaktan çekinmemektedir. Aydınların yaşamlarının cezaevlerinde yok olması
karşısında hiçbir eylem koymadan ya da bir değişimi başlatma ve sürdürme gibi bir
etkinlikte bulunmadan salt suçlamayı seçmek gibi bir nitemle karşı karşıyayız
Türkiye’de. Yazarlar, çizerler hala kolayca içeri alınabilmektedir ve salt yazdıkları için
cezalandırılabilmektedirler. Toplum,
kendileri için çalışan bu kişilerin yanında olmamaktadır; en
azından onların yanında bulunması gerektiği anlayışına bir türlü ulaşmış
değildir.
Bu zihniyetin derinliklerinde, kurtuluşu
kahramanlardan bekleme anlayışının olduğu apaçık. Böyle bir anlayış
arkasını göksel güçlere dayandırmıştır
ve bunun bir türlü ayrımında değildir.
Göksel güçlerin hiçbir demokratik
açılımı yoktur, olamaz.
Şerif Mardin[4] “Genç Türk düşüncesinin özgürlükçü, demokratik
olmadığını; bürokratik ve tutucu olduğunu; seçkinci ve devlet mantığından
hareket ettiğini “ söylüyor. Böyle
bir mantığın demokrasi ile ilişkisini
kurmak olanaksız. Devleti öne çıkaran
bir mantığın da demokrasi ile ilişkisi
olamaz. Devlet, önde olunca bu kez birey öne çıkamıyor...
Bürokrasinin, Osmanlı’nın önünde,
Selçuklular tarafından Nizam-ül Mülk
eliyle kurulmuş. Daha gerilerde ise,
Abbasi bürokrasisinin Bekmekoğulları’nca
kurulduğu biliniyor.
Osmanlı ise, Çandarlı’lar
tarafından kurulmuş bir bürokrasi üzerine oturtulmuş.
Daha sonra Osmanlı, Enderun ile bürokrasiyi
kendine özgü bir yapılanmaya getirdi.
Demek oluyor ki bürokrasi, Türkiye’nin hem
coğrafyasında hem de tarihinin
derinliklerinde vardır ve yaşatılmıştır.
Türkiye insanının zihniyetinin
oluşmasında bürokratik
yapılanmanın önem ve ağırlığı cumhuriyette de sürmüştür.
Taha Parla, adı geçen yapıtında, Ziya GÖKALP’ın İslamiyet’in toplumsal işlevinin önemli
olduğunu belirttiğini söylüyor.[5]
Bu, dinin Türkiye toplumu üzerindeki etkinliğini belgelemektedir. Demek ki Türkiye
insanı, İslam dininin emrettiği
yapılaşma içinde toplumsallaşacaktır.
Bunu ne demokrasiyle ne de laiklikle
açıklayabiliriz.
Türkiye insanının zihniyetini biçimlendiren
ve etkileri hala çok ağır biçimde süren
bu yapılanmanın dayandığı temellerin
laik olmayan ve demokrasiyle de hiçbir ilişkisi ve bağlantısı
bulunmayan İslami bir yazına oturduğu
apaçıktır. O yazın, Türkiye
bireyinde kerim devlet, baba devlet anlayışını da yaratarak yaşatmıştır. Burada birey kendi sorumluluklarını aydınlara yüklerken, kerim devletin babalığına da kendini teslim
etmiş görünüyor. Bu zihniyet onun
yaşarken hiçbir sorumluluk almaması sonucunu getirmiştir. Çok şaşırtıcıdır ama, bakamayacağı sayıda
çocuk sahibi olurken “tanrı çocuğun rızkını verir nasılsa...” diyerek sorumluluğu üzerinden kolaylıkla
atabilmektedir bu insan!..
Özdemir İnce, Söz ve Yazı adlı yapıtında[6], “insan
bir yargı mı bir durum mudur?” diye
sorduktan sonra, insanın bir durum olduğuna inananların mü’min alımlayıcı olduklarını söylüyor. Mü’min alılmayıcı, soru
sormayan, her şeyi gelenekten geldiği gibi kabul eden ve Baba devlete güvenen
insandır. Böyle insan soru soramaz, salt inanır ve kabul eder. Kolay yoldur bu.
Türkiye insanının zihniyetinin bir başka yanı da budur.
Yazının,
bir din değişimi sonucunda
oluşan yeni insan tipine ve onun zihniyetine göre oluşmuş ürünleri ele alması,
cumhuriyetle başlayan laik ve demokratik hukuk devletinin yapısı ve özellikleriyle bağdaşmasında
güçlükler vardır.
Yazının,
cumhuriyetle başlayan laik, demokratik hukuk esasına dayanan bilimsel
bir yaklaşım ile ele alınıp değerlendirilmesi gerekir. Tabii böyle bir
anlayışla ele alınıp değerlendirilmesi birçok kişiyi rahatsız edecektir. Devrimler, Türkiye insanını tüm biçim ve anlamıyla çağdaş uygarlık düzeninin üstüne çıkarmak
üzere düzenlenmişlerdir. Bu, ancak yeni
bir anlayışla gerçekleşebilir. 21.yy
içinde bile hala AB’ye girmekten kuşku duyanların bulunması bu zihniyetin sürdüğünü ne
güzel gösteriyor.
Yazın dersinde Divan Yazını’nın ağırlıklı olarak okutulmasına artık son verileceğinin en azından
konuşulmaya başlanmış olması iyi bir işaret. Divan Yazını(şiiri) üzerinde
biraz duralım.
Divan yazını(şiiri)
Anadolu’ya göçebe ve yarı göçebe olarak
gelen Türkler, yaşadıkları çevredeki
dağ, orman, dere; gök, deniz, göl ve öteki doğa varlıklarının adalarını
Türkçeleştirmekle başladılar yerleştikleri yerlerdeki yaşamlarına. Yerleşim, kentlerde yapılmış ve dilin
etkilemesi de köylere doğru olmuştur. Bu etkinin dilin yerel niteliklerini
ortadan kaldırmaya yetmediği gerçeği hala sürmektedir. O nedenledir ki şive ve ağız ayrımları
hala sürüyor.
Türkçe’nin bu etkileme gücü Selçuklu
sarayına gelince kesilmiştir. Türkçe’nin zararına Arapça ve Farsça’nın yararına
bir etkilenme oluşmuştur üst katlarda. Arapça İslamiyet’in kabul edilmesiyle etkinliği
artan bir dil oldu ve bilim dili olarak
kabul edildi. Arapça’yı sevmek giderek bir iman sorunu olarak algılanmaya
başlandı. Farsça da, İran ile ilişkiler
ve İran’da Türklerin devlet kurmaları sonucunda dile etkin olmaya başlamış ve
‘İran edebiyatı ve zevki, esprisi ‘ alınmaya, kullanılmaya başlanmıştır.[7]
Osmanlı Devleti ile birlikte bu durum devam
ettirilmiştir. Osmanlı devletinin dili Osmanlıca olarak adlandırılıyordu. Osmanlıca, Osmanlı Devletinde konuşulan Türkçe’nin adıdır.[8]
Bu anlayış, Türkçe esas alınarak yaşama
geçirilebilseydi eğer, bugün dilimizin
birçok sorunu çözülmüş olacaktı. Örneğin, dilin arıtılması sorunu...
Çünkü Osmanlıca’nın da Türkçe olduğu kabul edilince, o dilin Türkçe’ye katkıları üzerinde durulacak ve onlar benimsenerek diğerleri dışta tutulabilecekti.
Böylece, eski/yeni dil gibi bir tartışmaya da taban oluşturulamayacaktı.
Osmanlının karma dili olan Osmanlıca, devlet
büyüyüp geliştikçe ona koşut olarak,
özellikle şiirde Divan adı verilen, el yazması yapıtlarla
ortaya çıkmağa başlamıştır. Bunlar, içlerinde
önce Tanrıya (Tevhid ve Münacaat),
sonra peygambere, peygamberlere (Na’t), sonra devrin padişahına, paşalarına
yapılan övgüleri içeren kasideler (Medhiye),
eleştirileri içeren kasideler (Hicviye)
ve kendilerini övdükleri kasideler (Fahriye)
ardından gazeller, şarkılar,
bentlerden oluşurlardı. Böylece oluşan yapıta Divan, Nef’i Divanı, Baki Divanı... gibi adlar verilirdi.
Divan şiirinde sözcükler
arasında söz sanatlarıyla kurulmuş olan girift anlam örgüsünü çözümlemeden
şiiri gereğince duyabilmek ve özdeki soyut güzelliğin tadına varabilmek olanağı
yoktur[9].
Divan Şiiri konusunda zamanımıza dek yayımlanmış en yetkin yapıt Prof. Abdülbaki GÖLPINARLI’nın Divan
Edebiyatı Beyanındadır adını taşıyan yapıtıdır.[10]
Hoca bu yapıtında Divan edebiyatını çok
açık bir biçimde eleştirerek, dayanaklarını ortaya koyarak, çağdaş dünyada bu yazının yeri kalmadığını söyler ve “ Divan edebiyatında hayat ve hayatiyet olmadığı gibi hayata
bağlılık ve yaşama ihtirası da yoktur. Şair, gününü gün etmeğe çalışmaktadır.
Mademki her şey mukadderdir ve kendi de nihayet ölecektir her şey yok olup gitmededir, bir gün daha zevk etmek
kardır. Yaşamayı böyle gören bir adam yaşatmayı düşünür mü hiç? Elbette bu düşünce sahibinin gelen ağası giden paşasıdır. Ve elbette bu derin melankoli ve
mistisizm dünyadan habersizdir, müspet düşünceye yanaşmaz.”[11]
Demektedir.
Hoca, Divan yazınının içeriği ile ilgili olarak bakın neler söylüyor:
“Bu edebiyatın dili Arapça ve Farsça kelime ve kaidelerle Türkçe’nin
kaynaşmasından meydana gelmiştir. Bu dili anlamak için Arapça ve Farsça bilmek
zaruridir. Konuşma Türkçe’sini gayet iyi bilen ve bu iki dile
de hakkıyla vakıf olan birisi bile divan edebiyatının dilini adamakıllı
anlayamaz. Arapça ve Farsça’yı bilen biri bu dili anlayamazsa halk nasıl anlar? Divan şairi bir şey anlatmaz
şerh eder, Anlamaz fehim ya da derk eyler.......Kelimelerine gelince: mecazlar
saltanatının kapı kullarıdır bunlar. Şairler yazdıkları beyitlerin Türkçe söylenirse pek acayip , hatta gülünç olacağını anlamışlar
mıdır nedir?”[12]
Bu durum karşısında ne yapılabileceğini de
açıkça belirtir Hoca yapıtında:
“Divan edebiyatı bir beyit edebiyatıdır. Onun için bir beyitten fazlasına lüzum yoktur.”
“Divan edebiyatı kopya bir edebiyattır. Bütün şairleri İran şairleriyle karşılaştırıp bunlardaki şiir
malzemesini ve düşünce bünyesini usulleri ile bulmak, şayet yerlileri varsa
meydana çıkarmak lazımdır.”
“Divan edebiyatı bir bilgi ve ihtisas işidir. Şu halde bütün teşkilatıyla kurulacak bir Divan Edebiyatı Enstitüsü çalışmağa başlamalıdır.....Bu Enstitüye
isteğiyle ayrılan talebeler liselere
muallim olmamalı, orada kalmalı ve kendilerini bu bilgiye vermelidirler. Hasılı
divan edebiyatı yaşayışıyla nasıl tarihe
mal olduysa, okunuşuyla da artık
tarihe devredilmelidir. Bir bilgi ve
ihtisas işi olan bu edebiyat bu bilgi
ve ihtisasın sahiplerine bırakılmalıdır.”[13]
Divan şiiri neyi anlatıyor?
“Eski şiir Fars
edebiyatından yalnız kelime zevkini ve
hayal sistemini almaz; onun tarihsel ve
İslamlaşmış mitolojisini, imparatorluğun koşulları ve tarihi ile biraz daha genişleyen coğrafyasını da
alır..... İstanbul ve yazlıkları dışında
bize ait şeylerden sakınan bu edebiyatta mitoloji doğrudan doğruya
Şehname’den, büyük masallardan ve Arap kültüründen alınmıştır.....Bu
şiirde bize ait herhangi bir şey aramak
hemen hemen faydasız bir
uğraştır.” diyor Tanpınar
(19.yy. Türk Edebiyatı).
Önce şu gerçeğin altını çizmeliyiz, divan
şiiri yaşamı anlatmıyor.
Anlattıkları, şairinin hayalinde yaşattığıdır. Ozanın hayalinde
yaşattıklarını da şiir olarak koyması olasıdır. Ne ki bu somutluğun sözcük somutluğu olarak kalmayıp yaşama
bir yanından tutunması bağlanması gerekir. Divan şiirinde bunu göremeyiz, bulamayız.
Bir debdebeyi
söylüyor bu şiir. Özellikle medhiye ve
fahriyelerin yapıldığı kasidelerle
münacaat ve na’tların bulunduğu kasidelerde
devletin, kahramanın, yiğidin
beş duyu ile algılanabilecek hiçbir nitemi yoktur ya da ozan öyle nitemlere hiç yaslanmayı istemez.
Bu şiirin ele aldığı ve hiç vazgeçemediği aşk’ın en ufak bir yanını yaşamda
bulamazsınız geçtim birebir yaşanmasından!.. O bir hayali aşktır. Aşık, kendi kendine gelin güvey olur çıkar!..
Bu aşkın altını kurcaladığınızda tevhidle karşılaşırsınız. Yani yaradanla...Tek
tanrı inancıyla... Çünkü bu şiirin
üstüne basarak ayağa kalktığı tabanın felsefesi: “Evren,
İslam sayılır. Temel görüş bütünüyle
din buyruklarıyla inançlarına dayanır. Tanrı kulunu yaratmış, insan da onun
buyruğuna girmiştir. O, bir mahluktur. Adem’den beri gelen peygamberler
insanlığı doğru yola götürmeye atanmışlardır. Her şey Tanrının iradesiyle olur,
değiştirilemez. Kadere rıza yapılabilecek
tek davranıştır. Yüce gerçekler insanın kavrayamayacağı kadar derin ve
gizlidir, insan aklı buna yetmez. Dünya ölümlü, sonu boş, hayat değersiz bir
nesnedir. Tedbir faydasızdır. Takdir olacaktır.”[14] görüşlerini içermektedir.
Tüm bu görüşler ortaçağın boynu eğik tebaasını
oluşturmaya yönelik görüşlerdir ve bunların geleneksel tabanda kalıntılarını hala ne yazık ki
yaşamaktayız!...
Bu birkaç sözcükle tanımlanan durum kocaman
bir tasavvuf yazını oluşturmuştur.
Nasıl anlatıyor?
Divan şiiri mecazlarla ve teşbihlerle örülü
bir dil kullanıyor. O benzetmelerin ve değişmecelerin ortaya koyduğu şeyler (somutluklar
diyemediğim için bu sözcüğü kullanıyorum)
yaşanılan zamanın kimi gerçeklikleri ile ilişkilidir. O
gerçekliklerin en önünde dini inanç vardır. Şiirde her şey en üst düzeyde Tanrıya
ulaşmayı temsil etmeğe çabalamaktadır.
Öte yandan dilin ortaya koyduğu gerçeklik,
kıyısından köşesinden bile yaşamla
ilişkili olmadığını yukarıda
açıklamıştım. Eğer şiir, yaşamla doğrudan bağlantılı ya da yaşamla birebir çakışan gerçekliklerden söz etmeğe
kalksaydı karşısında mülkün yeryüzündeki
sahibi ile karşılaşmak zorunda kalacaktı. Mülkün sahibi Batıda derebeyi, Doğuda ağa, hükümdar, padişah, sultandır...
Her şeyin sahibi onlar olunca, onların mülkünden ve o mülk üzerinde
kurulmuş bulunan yaşamdan falan söz etmek ya da yakınmak ya da onu değiştirmeğe,
daha iyi ve yararlı hale getirmeğe yönelik şeyler söylemek.... çok riskli ve tabii çok zor bir durumdu.
Kişinin hakkından, hukukundan.... söz
etmenin olanağı yoktur. Çünkü kişi yoktur ortada.
Bir şeyler söyleyen ozan, onları kendine ait sözler olarak koyamaz
ortaya. O sözler herkesin söylediği sözlerdir. Ozan salt onlardan yeni bir sentez yapmağa çabalamıştı,
o kadar... Dili falan da işte budur, başka bir şey değil.
Şiirin algıdan başlayan ve dışa vurmaya
değin süren oluşumunda, diyalektiğini vazgeçilemez
bir önem ve ağırlığı vardır/olmalıdır. O nedenledir ki her şiir mutlak anlamda
diyalektiğe yaslanmak durumundadır denilmiştir.
Şiir, sözcüklerin kendi anlamlarını
yitirdikleri, biçim ve konumlarının dayattığı anlamlarla oluşmuş bir dizindir. Sözcüğün (
biçim+konum+dizin) sistemi dışında
bir başka sistemle şiir kurma olasılığı yoktur. Eğer böyle bir olasılık varsa,
o bir devrim olurdu...
Bir şiirde sözcükler (biçim, konum ve dizin) bağlamı içinde değillerse eğer, o sözcükler
şiir kuramazlar demek oluyor. Böyle bir formun olmaması durumunda sözcükler
kendi bağımsızlıklarını gösterecekleri için
yeni bir yapı kuramamış
oluyorlar.
Öte yandan salt (dizin)’e, salt (konum)’a
ya da salt (biçim)’e yaslanarak şiir kurulamayacağı da
anlaşılıyor. Eğer kurulabilirse bu da bir devrimdir.
Tüm bu söylenenler bizi şu noktaya
getiriyor: “çağdaş şiirde sözcük ansiklopedi gibidir.”[15]
Divan şiirinde sözcüğün macerasını, yukarıda
açıkladığım sistem açısından ele aldığımızda,
ortaya ne bir sistem çıkıyor ne de
sözcüklerin egemen oluşları..
Divan şiirinde sözcüğün
bağımsızlığından söz edemeyiz ki... Sözcük bu şiirde hiç kendi başına buyruk olmamıştır ki... Çünkü sözcük, divan şiirinde ayakları üzerinde durmuyordur ki...
Divan şiirinin mazmunları kullanması
bir zorunluluktur. Bunlar, herkesin
kullanmak zorunda olduğu sözlerdir. “Divan
şiiri, her düşünceyi, her kavramı mazmunlaştırılmış bir sistem içinde hep aynı sıfatlarla düşünür....Bu anlatımda
divan şairi hayata değil kitaba, skolastik ilke ile kendinden önceki büyük şairlere dayandığı için bu ortak malzemeye aynı ölçüde yeni katkılarda bulunmağa çalışmaktan başka bir özgünlük düşünemez” diye
ekliyor Mutluay.[16]
Bu sözlerin altında sağ ideoloji yatıyor. Çünkü dayanağı Kur’an’dır.
Yani din kitabıdır. O nedenledir ki
altında yatan görüş sağ ideoloji olarak ortaya çıkıyor.
Mazmunların birer buluşmuş gibi algılanması son derecede yanlıştır. Çünkü oluşturulmaları ve somut olarak sözcüklere dökülüp şiirde yer almaları aşamalarında mazmunların usla ilişkili, us kullanılarak yapılmış bir
tür buluş olduğu gibi bir süreç vardır karşımızda. Oysa yapılan hiç de o
değildir. Yapılan, mevcut olan mazmunların yanına yenilerini koyma çabasıdır.
İdeolojilerin etkinliklerine ilişkin olarak Terry Eagleton, şunları söylüyor:
İdeoloji çevresindeki inanç ve değerlerin tutunmasını sağlamak; bunları
doğallaştıracak ve evrenselleştirecek
önlemleri almak; karşı fikirleri çürütmek için sistemli ve mantıklı olarak karşı
fikirleri dışlamak; toplumsal gerçekliği çapraşıklaştırarak ideolojinin
egemenliğini perçinlemek...[17]
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi divan şiirinin üzerinde oturduğu ve geliştiği sağ ideoloji tabanı, İslam inancına ilişkin değerlerin oluşturduğu
bir tabandır. Bu taban, yazın
eğitiminin, kişilerin bilinçlerinde geliştirmesi gereken çağa ve gelişime açık
bir bilincin oluşmasına, dünyayı ve çevresini, kendisini kavrama ve algılama bilincinin
gelişmesine yanlış bir doğrultuda etki yapmaktadır. Divan şiiri
malzemesiyle yapılan yazın eğitiminin, gelişkin bir bilincin oluşmasını sağlamadığı/sağlamayacağı
görünen bir gerçek. Bugün yetişen gençlerin
gelenekselle yer yer organik bağları
olduğunu söylemekte hiçbir sakınca
yoktur.
Ve yine şunu açıklıkla söyleyebiliriz ki, bu
eğitim malzemesi ile yapılacak bir yazın eğitiminden bugünkünden daha
ileride hiçbir sonuç alınamaz!... Görünen
de budur zaten...
Divan şiiri okuyarak yetişmiş kuşakların bu
şiiri anlamadan okumuş olmalarından ötürü, yaşamlarında yazın olarak bildikleri şeylerin okul dönemlerinde
kaldığı; okul bitince de o kalın kalın
yazın ders kitaplarının yıl sonlarında yırtılıp çöp kutularına atılmasında
hiçbir sakınca görülmediği bilinen şeydir artık.*
Mazmunların oluşturulmasının usla
hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü us
gözleyen, verileri beş duyu ile alıp
bunları değerlendiren, ondan sonuçlar çıkaran, deneyen, yanılan ve doğru olanı
bulan ve tabii en sonunda da doğaya uygun olanı ortaya çıkaran ve ona uygun
davranan bir yöntem izliyor. Bu
diyalektiktir.
Diyalektik,
önce algıdan ve sonra da alımlamadan geçip dışavuruma değin usla sürekli
ilişki halindeki bir yöntem olarak inançtan
çok uzakta durur. Oysa divan şiiri hep inancın sınırları içinde devinir.
Öyleyse usun divan şiirinin harcında yeri yoktur.
Mazmunlarla
örülmüş olan şiirin bir işçilik taşımasından da söz edilemez. Çünkü
kullanılacak malzeme bellidir ve onların kullanılacakları yerler de. Aslında
divan şiirinde usa gerek olmadığı yargısının dayanaklarından birisi de bu
durumdur. Gölpınarlı hoca adı geçen yapıtında
bu konu ile ilgili olarak “Asırlarca
süren bu edebiyatın ilk devrini de son
devrini de anlamak için tefsir, hadis, kelam,
tasavvuf gibi bilgileri; Aristo mantığını, Batlamyus’u, Hükema felsefesini, kimya
(bakır,gümüş ve civadan altın yapma bilimi), simya (olmayan şeyleri gösterme), remil ( taşa, tahtaya ya da kağıda
dökülen noktalarla geleceği anlamak) gibi acayip ve aslı olmayan
mevzu ve bilgileri bilmemiz lazımdır.” diyor[18]
James G.Frazer, Altın Dal’da insan ve onun gelişimi açısından
özellikle dinsel yoğun gelenekselin
değerlendirmesini yaparken evrensel bir bakış açısı getirmişti.[19]
Gelenekselin, bizim gibi ‘gecikmiş bir modernizmi” yaşamış olan ülkelerde ve uluslarda gerçekten hem ilginç hem de hiç kulak ardı edilmemesi gereken bir
macerası var.[20] Modernizm projesi 19.yy’dan beri ısrar edilen bir projedir Türk toplumu için.
Tanzimat, tümden böyle bir amacın
çevresinde oluşmuştu. Ancak, Batı modernizmi 17.yy’dan beri yaşayarak
gelmekteydi. Avrupa’da Rönesans’la
başlayan ve Reform hareketleriyle de
zihinsel alt yapısı güçlendirilen
modernizmden bizim toplumumuz
sanki kaçmıştır. Tanzimat’la birlikte
Osmanlı, Batıya açılmak zorunda kaldı. Bu,
aslında bir zorunluluktu.[21]
Ne yazık ki bu zorunluluk durumu
hala sürüyor. Cumhuriyetten
sonra Atatürk, Batıyı “muasır medeniyet seviyesi” olarak
göstermiş ve o düzeyin üstüne çıkılması gibi bir hedef koymuştu. O
hedefe henüz varılmış değildir. Varılmış değildir amma, varılamamış
olmanın telaşının yaşanmadığını
söylemek de olası değildir. “Ertelenmiş
Modernleşme, bir modelin özelliklerini elde etmek için telaşlı bir çaba içine
girmeyi gerektirdiğinden bir merkezi planlamayı zorunlu kılar.”[22]
Böyle bir düşünce, merkezi planlama olmadan modernleşmenin gerçekleştirilemeyeceği
anlamına gelmektedir. Bu ise bir bürokratik engelden başka bir şey değildir ne yazık ki.
Türkiye’nin modernleşmeyi hala
gerçekleştirmeye çabalamasının altında yatan gecikmişlik buralardan geliyor.
Bir aralar, yanılmıyorsam 70’li yıllarda, ‘plan-pilav’la
çok oyalanmıştık. Bu hikayeyi ulusun başına bela edenler, gecikmişliği
hızlandırarak ve yayarak başımıza çok kalın bir çorap örmüşlerdi. Milli
birliğin aşılanmasında ulusal yazın, Türkiye’de böyle bir işlevi gerçekleştirebilecek bir genişlik ve derinlik kazanmış
durumdadır. Böyle bir alt yapının
bulunmuş/oluşmuş olmasından bile
habersiz olanlar politik çıkarları için modernliği geciktirmekte hiçbir sakınca
görmemişlerdir. Dilin Osmanlıca’dan
uzaklaşmasını “kökünden kopmuşluk” gibi takdim etmişlerdir. Giderek, “gecikmiş
modernliği” ulusallıktan olabildiği
kadar uzaklaştırarak daha da
derinleştirip yaymak istemişlerdir. Bir
türlü bunun ayrımına varamayan, özerk sistemleri kuramayan bu toplumu
diledikleri gibi kullanma olanaklarını hep ellerinde tutmuşlardır...Bu nokta çok önemlidir...
Divan şiirinin aruzla söylendiği/yazıldığı konusuna da dokunmak gerekiyor.
ARUZ, Arapça bir sözcüktür ve ‘çadırın ortasına dikilen
direk’ demektir. Arap, Fars ve
divan yazınlarında “hecelerin uzunluk ve kısalıkları temeline dayanan nazım
ölçüsü” anlamına kullanılır. Arapların “ilmüş’ş-şi’r” dedikleri şiirbilim, aruz bilimi ve uyak bilimi olarak iki kola ayrılır. Aruz bilimi, aruzun kurallarını bildirir. Arapça’da kapalı, açık, bir açık bir kapalı, bir kapalı bir açık olmak üzere
hece yapıları vardır. Bu hecelerden oluşan sözcükler, sekiz temel ve onların yan yana dizilmesinden ya
da karıştırılmasından ortaya çıkan aruz
kalıplarına uydurularak şiirler yazılmıştır. Böylece şiir, kalıba uydurulmak
üzere düzenlendiği için önemli olan şey kalıba uymak olmaktadır. Bu
ise şiire olumsuz bir etki yapmıştır.
Tabii ozanın özgürlüğü gibi bir durumdan da söz etmek olası değildir. Kalıplar vardır ve siz o kalıplara
mazmunlarla birlikte uymak durumundasınızdır. Ortaya çıkan şiir artık o kalıba
göre okunmak zorundadır. Öyle okunmadığında şiir doğru okunmuş olmaz. Bu işi
öğretmenler de dahil hemen hemen zamanımızın
bu işle ilgili olduklarını söyleyenlerin tümüne yakını doğru biçimde
bilmez. Bilmediği halde yine de divan
şiirini savunur. Aruzla şiir yazılmadığı ve yazın izlencelerinde aruzun öğretileceğine ilişkin herhangi bir
emir bulunmadığı halde öğretmenler
divan şiirini okuturlarken aruzu
da öğretmeyi hiç savsaklamazlar...Tabii öğretemezler, öğretemezler ama, aruzla öğrenciler üzerinde bir baskı kurma
olanağı elde ederler. Sınavlarda aruza ilişkin bir ya da birkaç soru olursa
öğrencinin yandığının resmidir!...
İşte aruzla divan şirinin birlikteliği eğitim alanında böyle bir ortam oluşturdu..
Öğrenci dilini anlamadığı bir şiiri, metni
aynı zamanda aruz denilen bu ölçü içinde anlamak ve yorumlamak durumunda kalınca iş, cebir problemi
çözüyormuş gibi zorlaşır. Artık siz
yazın derslerinden verim bekleyemezsiniz ve hele yıl bitince insanları şiire hiç yaklaştıramazsınız.
Bir başka açıdan baktığımızda, divan
şiirinin eğitimde ağırlıkla anlam incelemesi içinde ele alındığını görürüz.
Öğrencilerin okullarda başvuracakları kaynaklardan tutunuzda ders kitaplarına
varıncaya değin tüm yazın araçları bu şiirlerin çevrileriyle
doludur. Öğrenci bu şiirlerin anlamını
sökmek için uğraşır dururlar. Oysa anlamı sökmek şiirin önem ve değerini ortaya koymakta çok önemli değildir. Çünkü
şiirin ne dediği değildir önemli olan. Şiirin nasıl dediğidir öne çıkarılması
gereken. Tüm yazın eğitimi aşamasında insanımız şiiri salt anlamlarla
örülmüş bir metin olarak görmek ve kavramakla kalmaz, o anlamsallığın da bir mantık içinde okuyucuya kimi düşünceler aktarmasını bekler, hatta
ister...
İnsanımız, eğitim yaşamı boyunca şiir
imajını yanlış olarak alır. Bu durumun insanımızın yaşamına şiirden ürkmeyi getirip oturtur...Şiir
denildiğinde, hemen içinde ne anlattığını
öğrenmek için birçok Arapça Farsça sözcük öğrenmek durumunda olduğu bir
metni düşünür ve bu ona çok zor, ağır gelir. Aman!.. dedirtir.. Ve tabii
şiirden kaçar. Şiirden kaçması ise ona yaşamında yerini hiçbir şeyle dolduramayacağı denli önemli kayıplara
uğramayı getirip dayatır. Çünkü şiir
önce, dilin balı olarak gelir. Dil, en güzel biçimiyle vardır şiirde. O
dil, en kapsamlı ve en derin
anlamsallıklar içerecek bir dil dizgesi olmuştur şiirde. O dil ile iç içe olan
insan kendine olan güvenini arttırmış,
yeni bir dil ile dünyaya ve çevresine, tabii kendisine, yaşamına bakan çoğalmış biri olarak duyumsar kendini.
İnsana bu olanakları o dil verir.
Şiirin dili oluşturulurken dilbilimin en yeni verilerinden yararlanmak
gerekir. Bu yapılmamışsa eğer o şiirle
yeni bir dil oluşturulamaz. Bu durum,
dünyanın ve bilimin gelişmelerine ve hatta teknolojinin gelişimine koşut bir
şiirin ortaya çıkmasını geciktirir.
Şiir, diyalektik bir kurgudur. Diyalektiksiz
şiir olamaz. Şiirin ham maddesinin
algılanması ve alımlanmasından başlanarak
dışavuruma değin bir süreç vardır. Böyle olunca insan şiirle birlikte yepyeni bir bakış açısı kazanmaya başlar ve
dünyayı, çevresini o açı ile
görerek yeniden nasıl
kurulduğunu ve nasıl değiştiğini anlamaya çalışır. Tümünü anladığını hiç
düşünmemelidir. O nedenledir ki her okuyuşta yeni bir dünya ve kavrayış ile
karşılaşacağından şiir okuyucusuna yeni dünyalar kazandırır.
Yukarıda sıraladığımız nitemler evrensel
nitemlerdir. Onlarla şiir evrensel bir
kimlik kazanır. Divan şiirinin bu
nitemler çerçevesinde evrensel olduğunu
söylemek olası değildir. Hatta ulusal olduğunu söylemek bile olası değildir.
Çünkü şiirin dili Türkçe değildir. Türkçe olmaması çok önemli bir nitemdir
ulusallık için. Ulusallıktan vazgeçtim, bu şiir savunduğu değerlerle ulusallığa
tümden karşıdır ve dinsel bir kültürü savunan onu öne çıkaran ve giderek
çağdaşlığa karşı kimi değerler geliştiren bir şiir olarak durur. Onun
savunmasını yapmak bu değerleri öne
çıkarmak demektir. Hele eğitimde bu şiiri kullanmak köhnemiş
ortaçağın davulunu çalmaktan başka bir şey değildir!..
Prof. Aydın Sayılı:
“ İnsan bir uygarlık kurmayı temelde
‘gelenek kurma yeteneği’ne borçludur. Çünkü uygarlık kurma sürecinde çok önemli bir adım, sahip olduğu
biyolojik özellikler dışında insanın,
kazandığı bir takım yararlı alışkanlıkları
kuşaktan kuşağa aktararak süreklileştirmesi adımıdır. Ne ki gelenek
kurma yoluyla bu süreklileştirme
herhangi bir aşamada durdurulup bırakılırsa
o zaman uygarlık kurma olayı ortadan kalkar. Gelenek kurma yeteneği bu
durumda uygarlık kurma yaratıcı
faaliyetinin devamını önlemek durumuna girer.”
“Gelenek kurma yeteneği, daha üstün yeni geleneklerin yolunu tıkamaması koşuluyla yararlı olmak, yararlı
olmayı güvence altına almak durumundadır. Gelenek kurma sürecinin önemi, bunun
uygarlık tırmanışları yapma ve yeni
alışkanlıklara girme sürecine bir ek olarak anlam kazanmaktadır. Uygarlığın ve kültürün
gelişmesi ortadan kalktığı takdirde
evrensel tarih tamamen anlamını yitirmek ve silinip yok olmak durumuna girer”[23]demektedir.
Hocanın gelenek konusundaki bu uyarısı önemle üzerinde durulması gereken
bir uyarıdır.
Divan şiirinin geleneksel kültürün bir
süreği olduğu belirtilir hep. Öyle olunca
onun ‘uygarlık tırmanışları yapamaya engel olmaması, yeni kültürlerin gelişmesini
önlememesi koşuluyla geleneksel kültür
olarak yaşamasına izini verilebileceği’ Aydın Sayılı’nın bu açıklamalarıyla ortaya çıkıyor.
Divan şiirinin eğitimde kullanılmasında Frazer’in Altın Dal ile gerçekleştirdiği
“insan düşüncesinin ve kurumlarının gelişmesi”ne katkıda bulunabilecek bir yöntem izlenememiştir ne yazık ki...Böylece
çağdaş uygarlığın getirdiği yeni nitemlerin yetişmekte olan gençler
tarafından eğitim aşamasında kavranıp
tartışılması ve bu yolla benimsenip bilinçlerinin oluşmasına katkıda bulunması
önlemiştir.
Oysa divan şiiri, ortaçağın köhnemiş düşünce
ve duygulanımlarının benimsenmesine ve tabii bu yolla da yeniliğin ve çağdaşlığın karşısına
dikilenlerin yetişmesine yardımcı olunmuştur.
21.yy’a girildiğinin ikinci yılında Türkiye’nin
AB’ye girmesini istemeyenlerin, bu yazın eğitiminin ta derinlerdeki tutucu
yapısından kaynaklanmadığını söyleyebilir misiniz?
E. Ziya Karal’ ın Osmanlıca’yı
zamanın Türkçe’si olarak kabul ettiğini
biliyoruz ama, modern Türkiye
bağlamında böyle bir şeyden söz etme olanağımız olduğunu hiç sanmıyorum.
Osmanlıca’yı öğrenmek söz konusu olmadığına
göre, divan şiirini eğitimde araç olarak kullanmanın eğitici hiçbiri
anlamı olamaz.
Ne dili yönünden, ne söyledikleri yönünden, ne
de şiirliği yönünden divan şiirinin
liselerimizde eğitim aracı olarak kullanılmasının hiçbir yararı olmadığı; aksine şiirin ve yazın sevgisinin yitmesine doğrudan olumsuz etkileri olduğu
apaçıktır.
Divan şiirinin liselerimizde örnek metinler
halinde verilmesi yeterlidir.
Divan şiirinin yeri üniversitelerdir ve
oralarda incelenip değerlendirilebilir ancak, liselerde değil!...
muhsinsener@superonline.com
[1] Bilim, Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe, Prof. E. Z. Karal, ‘Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu’, s. 22.
[2] Muhsin Şener, Picasso’nun Güvercini, Prospero y., Ank. 1994, s.59-60
[3] agy. s. 60
[4] agy. s.63-64
[5] agy. s.68
[6] agy.s.56 ve süreği
[7] E.Z. Karal, s.20-23
[8] agy.s.27
[9] Cem DİLÇİN, Türk Şiir Bilgisi, TDK y., Ank.1983
[10] Prof. A.GÖLPINARLI, Divan Edebiyatı Beyanındadır, Marmara Kitabevi, İst.1945
[11] agy.s.43-44
[12] agy.s. 96-97
[13] agy.s.128-129
[14] Rauf Mutluay, 100 Soruda Türk Edebiyatı, Gerçek y., 2.baskı,İs.1970,s.105
[15] Roland BARHES, Yazı Nedir? Hil y., İst. 1987,s.54-55
[16] Rauf Mutluay, 100 Soruda Türk Edebiyatı, Gerçek y., 2.baskı, İst.1970,s.107
[17] Terry Eagleton, İdeoloji, Çev.Muttalip Özcan, Ayrıntı y., İst.1996,s.23
[18] Gölpınarlı,s.103-104
* Müfettişliğimiz sırasında öğrencilerin öğretim yılı bitince ilk yaptıklarının yazın ders kitaplarını yırtarak çöp kutusuna atmak olduğuna çok tanık olmuşuzdur..
[19] J.G. Frazer, Altın Dal, I.,II., Çev.M.H.Doğan, Payel y. İst. 1991
[20] Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, Milli Edebiyatın İcad Edilişi, Çev. Tuncay Birkan, metis y., İst.1998.
[21] Prof. T.Timur, Osmanlı Çalışmaları, Verso y., İst.1989, s. 85-86
[22] Jusdanis,s.13
[23] Prof. Dr. Aydın Sayılı, Milli Kültür Unsurlarımız Üzerine Genel Görüşler, içinde “Atatürk ve Milli Kültür” başlıklı yazı’dan, AKDTYK yayını, Ank. 1990
Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.
Yazıların her haklı saklıdır.