YİNE ŞİİR
İÇİN
Muhsin Şener
Şiirin,
izlek – mekan bağlamında hangi
konumda bulunduğu öteden beri söz konusu edilip
geliniyor.
İzlek şiir için gerekli
midir? Vazgeçilemeyen midir?
Mekan, şiir için ne anlama
gelir/geliyor?
İzlek –mekan bağlamından
söz edilebilir mi?
İzlek, şiirin ele aldığı
ve işlediği konu demektir. Türkçe sözlük, “keçi yolu,patika(1.cilt,s.740)”
olarak tanımlıyor. Derinlerde bir yerde bu
sözlüksel anlamla kullanıldığı anlam
birleşiyor.
İzlek’in ele alınması ve işlenmesinin amacı, en doğru ve noksansız biçimde ortaya
konulmasıdır. Böylece izlek tüm
yanlarıyla tanınmış ve kavranmış
olacaktır. İzlek, öğrenilmek ve çevresinde kendisine inananların oluşturduğu bir halka ister.Yoksa ortaya konulması ve açıklanmasına
gerek olmayacaktır.
O, bir düşünce olabilir. Ele alınmasında ve işlenmesinde güdülen amaç bu düşüncenin en doğru biçimde ortaya konulmasıdır. Bir düşüncenin
en doğru biçimde ortaya konulması ve tüm yanlarının açık-seçik belirlenmiş olması için o düşüncenin
çok iyi anlatılmış olması gerekiyor.
Anlatım ya da anlatma
konusunda Arda Denkel’in Anlaşma: Anlatım ve Anlama adlı yapıtında (Boğaziçi Üni.Yayınları, İst.1981) şu
açıklamalara yer verilmiştir:
1. Anlatma için temel
koşul,düşünceyi dışa vurmak,yani herkesin görebileceği fiziksel bir edim aracılığı kullanmaktır.
İletişimle ilgili bu işleme söylenim denilmektedir.İletişim adıyla ne
yapılmışsa bunların tümüne söylenim denilmektedir: imlemeler, el, vücut ve
yüz hareketleri ve ifadeleri,herhangi bir ses veya serimlenen gösterilen bir şey, bu
anlamda, anlatmak amacıyla yapılan söylenimlerdir
2. Söylenimin içinde söylendiği fiziksel ve (iletişime katılan kişilere ait)
zihinsel ortam, anlatma için bir ikinci gerekli koşuldur.
3. Bir birey,
bir diğerine bir düşünceyi iletmek
amacıyla dil dışı bir şey söyleyerek (geniş anlamda) bu düşünceyi anlatır. Bu dil dışı söylenim, giderek bir
uzlaşıma dönüşür ve yapısal özellikler kazanarak,dilsel bir öge, bir tümce
biçimini alır. Bu, aynı zamanda insan
dillerinin (basite indirgenmiş olarak) ortaya çıkış biçiminin de betimlemesidir.
4. Anlatmak, söyleyen bireyin, (x) gibi bir şeyi herhangi bir dinleyen bireyde (r) gibi bir düşünce meydana getirmek amacıyla söylemesi oluyor.
Söylenimin böyle bir niyet veya amaçla
söylenmiş olması, onu herhangi bir
davranıştan ayırdeden özellik olmaktadır.
5. Bir amaç veya niyet, bu davranışla
gözlemlenebilir(yorumlanabilir) duruma getirilmedikçe ,amacın sahibinde gizli kalacaktır. (agy.,s.30-35).
Böylece, (S) gibi bir şey söyleyen birey, (y) gibi bir imleme beraberinde (X) gibi bir
söylenimde bulunarak bununla (r)yi anlattı demiş oluyoruz. (agy.s.48).
Bu noktada Locke’un,anlam için
iletişimin,iletişim için de anlamın ön koşul olduğu düşüncesini anımsamak
gerekiyor. Yukarıdan beri yaptığımız alıntının ortaya koyduğu düşünce budur. Grice’ın yapay iletişim kuramı da bu düşence üzerine
oturuyor. (X) söylenimi (r) düşüncesini uyarmak, oluşturmak için kurulmuştur. Bu kuramdan şu üretimleri yapabiliriz:
(A) kişisi (X) söylenimini
şöyle;
(B) “
“ “
böyle;
(C) “
“ “
öyle;
(D) “
“ “
buradaki gibi;
(E) “
“ “
şuradaki gibi;
(F) “
“ “
oradaki gibi;
kurabilir. Bu kurmaların tümü ussaldır, deneyseldir,yapaydır ve tabii kişiye özgüdür yani özneldir.
Yukarıya sıralanmış
bulunan bu çıkarımlar anlamsal
değiştirimin kuramsal gerekçelerini
göstermektedir. Anlamsal değiştirimin zorunlu
olduğunu; böyle bir değiştirimi gerçekleştirmeden (r) gibi bir anlamı oluşturmanın, iletmenin mümkün olmadığı;
tabii (r)nin oluşabilmesi için de (X)in kurulması gerektiği ortaya çıkmış oluyor.
Bir iletişim sonucunda;
(r) anlamının, (X) gibi bir
söylenimle sözü dinleyen ya da söz
söyleyene iletilmesi, anlatılması, o kişinin zihninde önceden olanlarla/bulunanlarla bağlantı kurulmasıyla mümkündür. Söz söylenenin zihninde önceden
bulunanların/olanların (r) anlamının olması önemli olmayabilir de.
Çünkü anlatılan, özellikle
şiirde, bu yolla boyut kazanır. (X)
söylenimi bu yolla (r’, r”,
r”’,r””) vb. anlamsal boyutlar elde edebilecektir ve
bu da ozan için önemli bir şeydir.
Söylenimlerin
tek ve değişmez bir anlamlılık taşıdıklarını, tutarlı olarak öne süremeyiz. (Arda Denkel, Anlamın Kökenleri, Bir Felsefe Araştırması,
Metis, İst.1984; s.112 bkz.) gerçeğini bu açıklamalar ortaya koymaktadır.
*
(X) gibi bir söylenim, kendisi ve (r) arasında doğal ya da uzlaşımsal bir ilişki olmadıkça
(r ) anlamını taşıyamaz.
*
Bu ilişki
erişilebilir değilse, (X) gibi bir söylenimin (r ) anlamını taşıyamayacağını
söyleyebiliriz.
*
(X) gibi bir söylenim, söz konusu ilişki
dinleyene yabancı olmayan bir deney ortamında yer almadıkça, kullanıldığı bir
durumda (r ) gibi bir anlamlılık kazanamaz. (agy.s.128-129).
Yukarıdaki alıntılardan
anlaşıldığı gibi, dil felsefesi açısından bakıldığında anlatım, anlatma
(tahkiye) bir düşüncenin ortaya konulması amacıyla kullanılıyor. Başka bir deyişle, bir düşünceyi ortaya koyabilmek için anlatım
yolunu seçmek, dil felsefesi açısından, bir zorunluluk olmaktadır. Eğer bu yol seçilmişse, bir düşüncenin iletilmesi gereği vardır.
Bu yol seçilmiş olmasına karşın herhangi
bir düşünce iletilmiyorsa anlatımın içi
boş bırakılmış demektir. O anlatım, hiçbir şey söylemiyor demektir.
Dil felsefesi açısından altını kalınca çizmemiz gereken bir başka
nokta da anlatımın açık, anlaşılır ve yorumlamaya elverişli
olmamasıdır.
Anlamın, iletilenin zihnindekilerle kuracağı ilişkinin uzlaşımsal, erişilebilir ve tanıdık
olmaması durumunda ortaya yeni bir
tablonun çıktığı görülüyor. Bu tablo, anlamın iletilenin
zihninde türevsel anlamlar uyandırdığı ve
bunların öznel anlamlar olduğunu gösteriyor. Anlamın,
sanatsal (burada şiir) kuramı, böyle bir açıklamayı gerektirmektedir.
Bu durumda tabii anlatımın,
anlatmanın (tahkiyenin) şiirde kullanılması mümkün olmayacaktır. Bunun kalınca
altını çizmek istiyorum.
Bir düşüncenin şiirde
noksansız bir biçimde anlatılması ise hiç mümkün görünmüyor. Çünkü şiir,
anlatımın gerçekleştirildiği bir alan
değil. Şiir içinde anlatım yapılmıyor/yapılamıyor.
Şiir, anlatımı seçtiğinde şiir
olmaktan çok kolaylıkla çıkabiliyor. Anlatım eski deyişle tahkiye demektir. Hikaye (öykü) sözcüğü bu sözcükten türetilmiştir.
Anlatıma kaydıkça, öykü yazmış oluyorsunuz. Öykü ayrı bir alandır şiir ayrı bir alan...
Bu ikisini birbirine karıştırarak da yazabiliyorsunuz tabii. Ne ki bu yazıda şiir de öykü de kendi
özelliklerinden hiçbir şey yitirmemiş
olmalıdırlar.
Öykünün yazınsallığı,
şiirsel boyutlarda olabiliyor. Düzyazı
şiir de denilen bu alan apayrı bir alandır. Düzyazı şiirin dizeye dayalı şiirden çok daha ayrı
bir yapısı olduğu biliniyor. Ne ki düzyazı şiir de dize esaslı şiir
gibi izleğin
tüm yanları ile ve noksansız olarak işlenmesine olanak vermiyor. Çünkü şiir, anlatımı yeğlemeyen bir türdür.
Anlatım, izleği açıkça ortaya koymak gibi bir amaca hizmet etmektedir. Oysa şiir
hiçbir zaman açıkça ortaya konulmuş bir söz dizimi değildir. Bir düzgü değildir. O yeni bir söyleyiştir. Tabii yeni bir dildir. Bu yeni dilin
okunur okunmaz ne dediği açıkça
ortada olmayacaktır ki onu okuyan her
kişinin ayrı bir tat alması sağlansın ya
da kişinin her okuyuşunda yeni bir boyut
kazansın.
Şimdi böyle bir dilin, bir düşüncenin
tüm yanlarını açıklıkla ortaya koyması mümkün müdür? Her okuyanın ondan
kendine göre yeni anlamlar çıkarması esas
olduğu şiirle, bir düşüncenin ortaya
konulması ve o düşünce yanlılarının sayısının
arttırılması nasıl mümkün olabilecektir?
Öyleyse bir seçim yapmak
durumundayız tam burada: ya şiiri bir yana bırakmalıyız ya da düşünceyi...Eğer
şiiri bir yana bırakırsak o zaman düşünceyi tüm
yanları ile noksansız olarak anlatabiliriz. Tabii şiir
yoktur ortada. Eğer şiiri öne
çıkarmış isek, bu kez düşüncenin noksansız olarak ortaya konulması ve kavratılması değil yeni bir dil ile dünyaya yeni bir bakış
getirmek söz konusu olacaktır.
Gelenekte şiirsel sözün böyle düşünceyi
açıkladığı ya da ortaya koyduğu çok
örnek vardır. Bunlar o günün koşulları içinde değerlendirilmelidir. Şiir uyak
ve ölçü ile söylenenlerin insan beynine
kazınmasını sağlayan bir alan olmuş gelenekte uzun dönemler boyu. Bugün şiirin izlekle bağlantısını kurmaya
çalışmanın altında bu gelenekselliğin yattığını düşünüyorum. Hala şiire böyle bir işlev yüklemek isteniyor.
Ya da bundan bir türlü vazgeçilemiyor.
Bu doğrultuda çok ilginç bakış açıları yakalanıyor zaman
zaman.
/ey şair ! “şiir”
dediğin nedir ki bir kızın dudağına sürdüğü rujdan başka?” ya da
“şiirde ideolojinin yeri yok” diyenlere
“kavga etmeyen şiirden söz etme
hakkı”nı tanımayan yaklaşımlarla karşılaşılabiliyor. Bu
yaklaşım şiirimizi, 70’li yılların şiirinin içine düştüğü çukura yeniden davet etmekten öte bir anlam içermiyor. Şiirin yine bir
“Devrimci sanat pratiği klavuzu”na
göre yazılması gerektiği gibi bir
anlayışın yayılmasına çalışıldığı
anlaşılıyor. Şiir, devrimci sanat diye tanımlanan alana
çekilmek isteniyor. Çok uzak olmayan geçmişte böyle bir alan
içinde devinen şiir o çukurdan çok
zorlukla çıkarılmıştı...
Şiirin bir yeni dil olduğu;
Şiirin bir yeni bakış açısı olduğu;
Şiirin bir yeni kavrayış olduğu hiç gözden uzak tutulmamalı.
Şiirin bu yolla yeni bir dünya kurduğu ve gelişim ve değişimi
hızlandırdığı hiç unutulmamalı.
Şiirin dünyayı
değiştiren ve geliştiren bir alan olarak bu devrimci yapısı onun devrimci sanat olmasına yetmiyor mu da onu kavgaya,
dövüşmeye sokmaya çalışılıyor?!!.
Şiir ve kavga!..
Hayır!..Bu şiire hiç yakışmıyor! Bütün dünya barışı gerçekleştirmek için yeni düzenlemeler yaparken ve savaşa engel
olacak yeni bir dünya düzeni kurarken kavgayı öne çıkaran böyle bir yaklaşımın yanlışlığının altını çizmek gerekiyor!..
Şiirin kavgada yeri olmamalıdır!..
Kavgayı
ötelere kovanlara açıkça savaş ilan edenlerin ulaşacakları
yer bellidir. Tüm dünya, insan özgürlüğünün önde ve en önde olmasını isteyen
bir yaklaşım içinde bakıyor her şeye
artık. İnsan, kendi özgürlüğünü
artık hiçbir zaman kamu için feda
etmeyecektir. Böyle bir dünyaya insanlık artık hiçbir zaman göz açmayacak... İnsan
hep önde olacak ve daima önde yer alacaktır.
Şiir,
yetmiyor mu?
Şiir
yetersiz mi kalıyor?
Şiir,
önce yaşamı ve dünyayı algılarken yeni
bir bakış açısı getiriyor. Dünyaya ve
yaşama diyalektik bakmak zorunluluğudur bu açı. Bu
açı,20.yy.ın insana kazandırdığı bir açıdır. Diyalektik, doğanın bize
karşın egemen olan yasalarının ilkelerine
göre oluşturulmuş bir kavrama ve alımlama
biçimidir. Öyle sanıyorum ki 20.yy.dan insanlığa kalacak önemli bir kaynak da diyalektik olacaktır.
Şair,
dünyaya ve yaşama bu açıdan bakmasını bilen insandır. Yoksa şairliği
tartışmalıdır. Tabii bu düşünceyi daha
da genellediğimizde sanatçıya ulaşıyoruz.
Dünyaya
ve yaşama, örneğin tez+antitez+sentez yaklaşımı
içinde bakan ve onları böyle algılayıp
alımlayan bir kafanın, o algı hammaddesini yeni bir madde
olarak önümüze getiriyor. Çünkü tezle yetinmeyen, ondan yeni sentezlere ulaşan bir
kafa yapısıyla yaklaşılmaktadır dünyaya ve yaşama. Şimdi bu yaklaşım
devrimci bir yaklaşım değil mi
yani? Şiirin böyle bir algılama üzerine
oturtulması yetmiyor mu da ondan ve
şairinden kavgalara katılması isteniyor?
Yani, algılayışı,kavrayışı ve şiirleştirmesi yetmiyormuş gibi vücuduyla, kaslarıyla da kavgaya
katılması isteniyor!.. Onun söz ile uğraşması ve onun çevresinde kalması yetmiyor
mu? Hani önce söz vardı?.. Ve tabii şaşıyor insan!..
Böyle
olmayacaktır!..
Şiir
ülkemizde bu yollardan otuz yıl önce geçti. Otuz yıl, az bir zaman değil!..
Öte
yanda koskoca bir gerçeklik duruyor: Artık devrimler çağı kapanmıştır!.. Artık kahramanlar çağı kapanmıştır. Bu gerçeği çok iyi kavramak durumundayız. Geçenlerde birilerinin; “ Bugün Cemal Süreya gibi
bir laf söyleyebilen şair var mı ?” sorusunu ortaya atmalarını çok yadırgadığımı
söylemeliyim. Sanki Cemal Süreya gibi “kahramanlara” hala
gereksinim duyuyormuşuz da bunun bir türlü ayırımında olamamışız!..
Kahramanlar
gerekmiyor artık. Şiir için de gerekmiyor.
Çünkü dönem kişinin, bireyin öne çıktığı dönemdir. Birey, kendi farklılıklarını en ince ayrıntısına değin yaşamında
üretime koşulmasını istiyor ve bunda direniyor. Bu bir tür dayatmadır!..
Bireyin bu dayatmadan vazgeçeceğini
sanmıyorum. İnsanın tüm farklılıklarıyla ortaya konulması ve bu farklılıkların
parlatılarak üretime koşulması, bireyin özgürlük alanının genişletilmesi olacaktır. Böylece birey
tüm yanlarıyla kendini gerçekleştirmek olanaklarına kavuşmuş olacaktır. Kamu için kendi
özgürlüklerini hiçbir biçimde feda
etmesi söz konusu edilemeyecektir artık.
Şimdi
böyle bir ortamda örneğin Cemal Süreya
gibi kahramanlara neden ihtiyaç duyulsun ki? Tabi
bu durum, Cemal Süreya’nın artık tarihselde kalmış, işlevini küçültmüş/değersizleştirmiş olmuyor. Hem
de hiç olmuyor!.. Onun gibilerin ortaya çıkmasının artık tarih olduğu
bilindiğinden, önemini daha da arttırıyor!..
Bunu görmezden gelerek ya da göremediği, anlayamadığı
için, onun gibi olmaya özenmek ne kadar gülünç oluyor!..
Tabii
bu yaklaşımın altında yatan başka düşünceler de vardır: onlara göre şair olmak, Cemal Süreya gibi büyük laflar etmek demektir. Oysa böyle bir şey yok!.. İyi şairin,
yetenekli şairin büyük büyük laflar
etmesi hiç
gerekli değildir. Çünkü şair, büyük laf eden adam değil, iyi şiir yazan adamdır... Büyük laf etmek isteyenlerin şiirlerinden hiç
ümitleri yok demek ki... Yok ki büyük laflar ederek kalmak istiyorlar. Şiirleriyle kalabileceklerinden mutlaka
kuşkuları var...
Mekan-şiir bağlamı
Mekanın şiirin organik bir
vazgeçilmesi olduğunu sanmıyorum. Mekanla şiir arasında kurulmuş çok ilginç
bağlamların ürünleri vardır geçmişte. Bizde de Batıda da. Mekan bu ürünlerden
ötürü şiirin varolma nedenlerinden biriymiş gibi algılanmış görünüyor.
Daha çok tarihsel ve geleneksel
yapılarla ilişkili şiirler mekan konusunda bir önceliği dayatıyor gibidir. Tarihsel
yapıların, mimarinin o görkeminin ya da insancıl nitemlerinin şaire ilham verdiğini
falan söylemektedirler. Geleneksel durumların yaşama
yansıyanlarına ilişkin ilhamların da şiirsel ürünlere neden oldukları biliniyor.
Şiirin tabanında tarihsel ve tabii mimari yapıların ve bu yapılara duyulan
insancıl yakınlıklarla onları
gerçekleştirenlerin çabalarına duyulan minnetin
belki de bir anlatımı olmak üzere ilhamlar edinmiş olmak çok doğalmış gibi
görünmektedir. Oysa tarihsel yapıların ve mimarinin
şiire ilham kaynağı olması, onun
genellikle betimlenmesi ve o
biçimiyle geleceğe belki de daha gözde olarak
yansıtılması ve yaşamasının sağlanması amaçlanmaktadır. Böyle bir yaklaşım, şiire yansırken salt
betimin olabildiğince öne çıkmasını sağlayan bir yaklaşım olmaktan öte
gidemiyor. Tabii ortaya çıkan şiir de
belki de eksiksiz ve noksansız bir nitemler sıralaması
oluyor. Böyle şiirlerde, eski
söyleyişle tadat yapılmıştır... Bu yöntemin, tarihsel yapıların, geleceğe olduğu gibi yansıtılmasını ve
aktarılmasını oldukça kolaylaştırdığını
görüyoruz. Ne var ki bu yöntem şiiri getirmiyor;
şiiri ortaya koymaya yardım etmiyor/edemiyor...
Mimari ve tarihsel yapıların şaire verdiği ilhamın tarihselden ve gelenekten alınan zevk ve keyif
ile ona bağlılığın ürünlerinin ortaya çıkarılmasını sağladığını görüyoruz. Geleneksele / tarihe bağlılık ve belki de sımsıkı bağlılık, giderek tutucu bir yaklaşım halinde şiirde
dipdiri somutlaşabiliyor. Böyle bir
yöntem sonuçta tutuculuğun ta diplerine değin inilmesini ve oralarda yaşamayı
getiriyor/getirebiliyor.
Mekana karşı bu iki yaklaşım bizim
gibi kimlik konusunda çok net seçimler yapmamış/yapamamış ülkelerin insanlarına,
görünürde ülke ve toprak ve tabii giderek vatan sevgisi konusunda somut durumlar sunan bir kaynak
oluşturuyorlar. Bu yapısı ile mekan,
şiirde yer aldıkça ya da almaya devam ettiği sürece
tutuculuğa yardım eden bir öğe olarak sürdürüyor yaşamını.
Belirtilen bu yaklaşımlarla mekanın şiire yansıması, şiirin hem yapısıyla hem de
nitemleriyle çelişmektedir. Şiir, hiçbir zaman ve mekanda tutucu olmamıştır. Çünkü o, hem yapısı yönünden hem de getirdikleri yönünden devrimcidir.
Öte yandan geleneksel yapıların da tıpkı tarihselin
şiire yansıması gibi bir yöntemle şiirde yer almaları sağlanabilmektedir. Bunların yaşama yansıyan yanlarıdır söz
konusu ettiklerimiz. Düğün, bayram,
doğum, ölüm, yemek ve eğlence, aile,
mahalle ilişkileri... vb geleneksel
yapıların şiire yansıması daha bir kolay
olabilmektedir. Bunların mekanla olan ilişkisi, yapılış ve kuruluş
nedenlerinden geliyor. Düğün, bayram,
doğum, ölüm, yemek ve eğlence, aile ve mahalle ilişkileri.... nedenleriyle o
mekanlarda gerçekleşmektedir bu yapılar.
Düğün mekanının, bayram mekanının, ölü mekanının, yemek ve eğlence
mekanlarıyla aile ve mahalle ilişkilerinin gerçekleştirildiği aile ortamları ve
mahalle mekanlarının, şiire yansıma söz konusu olduğunda
öne çıktığını görüyoruz. Daha çok bu mekanlar,
şiirin oluşmasına yardım etmektedirler. Belki
de o mekanlar olmadan, kurulmadan yaşama
yansıyan bu geleneksel yapılar ortaya çıkamıyorlar... Konunun böyle bir yanı da vardır.
Geleneksel yapıların şiire
yansımasında da tıpkı tarihsel mekanların yansımalarında olduğu gibi geleneksele bağlılığın öne çıkarılması daima
gündemde tutulmaktadır. Geleneksel yapıların şiire yansıması, geleneğin
yaşatılmasını gerçekleştirmeyi sağlıyor. En
azından onun sürmesini gerçekleştirmiş oluyor şiir. Tabii, bir tür kendinle övünmeyi
de en azından önererek...
Gerek geleneksel ve gerekse tarihsel, mimari yapıların şiire yansıtılmasında mekanın nesne
oluşundan ötürü ortaya çıkan şiirsel
sorun, şiirin gücünü arttırmak için betimden gereği gibi yararlanılamaması
sorunudur. Betim, şiirde hep vardı ve hep de olacak. Ne ki betimin
nesnenin kendini ortaya koymak’tan öte bir
yeri olması gerekiyor şiirde.
Maulpoıx, “nesnenin kendisinden daha çok
ruhunun betimlenmesi” (Mecaz
Dergisi,2.sayı,s.23; Bir Poetikanın Görünümleri,Çev.A.Karaçoban) diye tanımlıyor bu
durumu. Mekanın somut
oluşundan ileri gelen nesnelliği düşünüldüğünde, tam da üst üste çakışan bir durumla
karşılaşılıyor. Mekan ile şiir
arasındaki ilişkinin incelenmesi sırasında nesnenin kendisinin değil ruhunun şiire yansıtılması gerekiyor. Eğer mekanın ve tabii nesnenin şiire
yansıtılmasında o ruh verilemiyorsa bir
betim sıralaması tadadı ile yetiniliyor...Krapçenko bu noktayı, “betim
düzeyinde kalan şiir” olarak tanımlamıştı.
“Nesnenin kendisinden daha çok
ruhunun betimlenmesi” , gerek tarihsel ve mimari yapıların ve gerekse geleneksel yapıların şiire
yansımasında ortaya çıkan ve temizlenmesi çok zor olan içerik
sorunlarının da ortadan kaldırılmasına
yardımcı oluyor. Nesnenin ruhunun yansıdığı şiirde artık ona, geleneksel bir bağlamda bakılamıyor. Tarihe bağlılığın ve bağımlılığın tutsaklığında yitilmeden, daha eleştirel bir
yaklaşım içinde olunabiliyor. Çünkü nesnenin arkasına bakılmağa
çalışılmaktadır. Duvarın öte yanında
nelerin bulunduğu üzerinde durulmaya çaba harcanıyor.
Bunları hiç göz ardı edemeyiz.
Tabii, nesnenin ruhunun şiire
yansıtılması sırasında geleneksele ve
tarihsele bağlılığın tutsaklığından kurtulanamayabiliyor. Ne var ki nesnenin ruhunu betimlemeyi
seçmiş şairin, şiirin devrimci
yapısını daha kolaylıkla koruyabildiği
görülüyor.
Nesnenin ruhunu şiirine
yansıtmaya çalışan şair, hiç kuşku yok
ki Şiiristan’da,
şiirle uğraşıyor!.. O artık, şiiri öte
yana atan yöntemleri kovmuştur. Şiirin içinde devinmektedir.
Tarihsel ve
geleneksel yapılar ve durumlara ilişkin çok sayıda şiirimiz var. Süleymaniye’de Bayram
Sabahı, Endülüste Raks, Itri, Mohaç Türküsü .... üzerinde
durduğumuz konu ile yakından ilişkili
şiirlerdir. Bu şiirlerin tümü tarihe ve geleneksele bağlılığının en uç
noktalarındadırlar. Bu tutum için herhangi bir şey söylemeyeceğim... Bu
ürünlerde mekanın(nesnenin) ruhu bulunduğu
ve ortaya konduğu halde geleneksellikten
bir türlü kurtulunamadığı görülüyor. Bu noktanın ilginç olduğunu sanıyorum.
Yenilerden Sürek
Avında Dünya adlı
yapıtta, mekan-şiir bağlamında ilginç örnekler var. ”İtalya’nın
Roma,Floransa ve Ostica çevresindeki yerlerde gezilip görülmüş olan yıkıntılarla
ilgili metinler”
(M.Şener,Şiirini Damıtan Ali Cengizkan,Şiir Ülkesi Dergisi,sayı:2),
ki (32) parçadır, bu metinlerdir. Bunlar, nesnenin
ruhunu veren şiirlere hiç
benzemedikleri gibi geleneksele
kayıtsız koşulsuz bağlanma duygusunu işleyen şiirler de değildirler. Bu şiirler, salt görülen o mekanların
duygulanımlarıdır o kadar.
Tanpınar’ın mekan bağlamında parlayan bir şiiriyle bitirelim:
Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdayan
su;
Orhan zamanından kalma bir duvar...
Onunla bir yaşta ihtiyar
çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.
Yazıların her haklı saklıdır.