defa okundu
muhsin şener
yücel kayıran, Adam Sanat’ın aralık 2001 sayısında bu sorunun altını kalınca çiziyor. “kendimize ait olandan vazgeçmemek mantığı türk şiirinin dibinden akan bir izlek olmuştur” (poetik yarılma,s.58) diyor.
19.yy’dan gelen kendimize ait olandan vazgeçmeme izleği, geçen yüzyıl boyunca gerçekten şiirimizin bir ayrılmazı olarak hep diriydi.
“bize ait olandan neden vazgeçelim ki? madem ki bize ait, onu korumanın ve kollamanın ne sakıncası olabilir?..”
ilk bakışta doğru gibi görünen bu düşünce aslında önemli bir sakıncayı da yanında getiriyor. bize ait olan, derinlerde bir kimlik sorunu olarak ortaya çıkıyor; giderek mevcut yaşamımızı kapsadığı gibi, geleceğimizi de ipotek altına almakta hiçbir sakınca görmüyor. madem ki bize aittir, onunla övünmeli ve onu korumayı sürdürmeliyiz değil mi?
İki yüz yıldır batı ile bütünleşmek ulusumuz için sürekli bir amaç olarak önümüzde duruyor. AB ile bütünleşmek, bu amaca ulaşmak olarak görünüyor son yıllarda. bizi yönetenler, bize ait olanlardan vazgeçmeden AB’ye girmek istediğimizi söylemeyi hiç göz ardı etmiyorlar. AB ise bu birlikteliğin kimi koşulları olduğunu bıkmadan usanmadan söylemeye devam ediyor. “egemenlik diyorsunuz amma bu birliktelikte herkes egemenliğini kimi kurallar içinde ortak kullanıyor. siz de AB içinde olmak istiyorsanız egemenliğinizi bizimle birlikte kullanacaksınız” demeyi sürdürüyor. biz hala “hayır, egemenlik bize aittir onu sizinle paylaşmayız!” diye direniyor “bizi böylece alın AB’ye!..” demekte de ısrarlı oluyoruz.
biz, “futbol oynamak istiyoruz ama bunu bizim kurallarımıza göre oynamalıyız “ diye ısrar ederken; AB, “futbol evrensel bir oyundur, kuralları vardır; oynamak istiyorsanız o kurallara uyacaksınız!..” demekten bıkmıyor, usanmıyor...
bu anlayış, hiç ayrımında olmadığımız bir etkiyi yanında taşıyor.
özellikle sanatsal etkinlikler sırasında bu anlayışın içinde yitilip yok olunuyor.
bizim olanı, bize özgü olanı aramaya çıkınca sanatsal çabalarımızın bir düzey sorunu da olmuyor. bizim olması, bize ait olması her şeye yetiyor galiba?!..
ne ki, bizim olanın, bize ait olanın gelişmeye/ilerlemeye ve evrenselliğe yetmediği; evrenselliği baltaladığı falan....gibi bir durum da hiç söz konusu olmamıştır/olmuyor ve galiba da olmayacak!..
konunun bu noktasını tam böyle görebilsek, belki de bizim olan, bize ait olan da bu denli direnmek istemeyeceğiz. bu gerçeği bir türlü göremiyoruz.
bizim olan, bize ait olanda direnmenin kendimizi sevme ve beğenmeyi de getirdiğini bir türlü kavrayamıyoruz. kendimizi beğenme giderek “bizden iyisi can sağlığı...” sonucunu getiriyor. milliyetçilik anlayışının yaşamın tüm alanlarına yayılmasıdır bu.
batı, keşifler ve icatlarla zenginleştikçe ve gönenci artıkça kendine dönmekten uzaklaşmış ve “zıtların birliği”ni içinde barındıran bir yapılanmanın oluşmasını gerçekleştirmiştir. batı, bu çizgisini hem uzattı, hem de genişletti. 15.ve 16.yy.dan başlayarak osmanlı, böyle bir anlayışın ne içinde, ne de çevresinde yer almayı denedi. onu hep tü kaka ilan ederek yok saydı...ne ki çizginin uzamasından ve genişletilmesinden rahatsızlık duymaya başladı ama ne çizilmesini önleyebildi ne de genişletilmesini...
o çizgiyi çizenler, osmanlı’nın yanlışta direnmesinin anlamsızlığını kavrayamadığını görerek gerekenleri yapmayı denediler; tabii başaramadılar...
o denemelerin içinden türkiye çıktı... yepyeni bir türkiye!...
batıyı aşmayı kendine amaç olarak koyan bir türkiye!..
türkiye içinde bu bizim olan bize ait olan’cılar ne yazık ki yaşamayı sürdürdüler. cumhuriyetin ilk yıllarında o denli etkin olamadılarsa da 78 yıldan beri elleri havada, avurtlarını şişirip avazları çıktığı kadar bağırarak direnmelerini sürdürüyorlar.
bu direnme bugün afganistan’da da bir başka temele dayatılarak sürdürülüyor. o temel dindir. sanki gelişmiş ve uygar dünya dini elimizden alıyormuş gibi...
21.yy’a girerken türkiye hala bu, bizim olan bize ait olan’la meşguliyet halinde nereye varabilecek allahaşkına?..
hala geçmiş yüzyılın artık köhneleşmiş ve yıkılıp gitmiş soğuk savaş anlayışının sendromlarını yaşayarak nereye varılabilir ki?..
konunun bu yanını böyle birkaç soru ile bağlamak, bur yazı için yeterlidir sanıyorum.
benim üzerinde durmak istediğim poetik kültür gereksinimi...
bugün türkiye şiirinde böyle bir gereksinim var mı? bunu derinleştirmek ve tartışmak istiyorum.
ben, türkiye şiirinde bugün böyle bir gereksinim olduğunu düşünüyorum.
bizim olan, bize ait olan diye yola çıkan bir şiirin, ulaşabileceği hiçbir yer olmadığını düşünüyorum. bu anlayışın tekrarlardan öteye gidemeyeceğini söylemek istiyorum.
şiir sentetik mi organik mi olacak (Osman çakmakçı, E dergisi, aralık 2001, s.128) diye düşünmemek olası değil. organik olacak diyenler, bizim olan bize ait olanların tümünü saptayacak ve onların şiirde yaşanırlığını sürdürmek üzere ne yapılması gerekiyorsa onları yapacaklardır. bir şiir organizması sürüp gelecektir. o şiirde yeninin yoğunluğunun ne kadar olduğunu saptamanın hiç önemli olmadığını sanıyorum. çünkü ayakta tutulması istenen yeni değil ki bize ait olan, bizim olandır öncelikle.
evrensel olan çok sonra gelecek!..
şiirin böyle bir organik yapılanma içinde oluşup gelişmesi onun, karşıt olma nitemine tümden aykırı düşüyor.
organik şiir önce, bizim olan, bize ait olana karşı olmak bir yana tam da onun yanında yer almıştır; onu desteklemektedir. onun sürmesini istiyordur. böyle bir güdüm içinde şiir kurulabilir mi? türkiye şiirini böyle bir güdüm içinde bir yerlere götürebilir misiniz? size ait olan ya da sizin olanlardan hiçbir ödün vermeden nasıl yapabileceksiniz bunu?
şiirin yapısal ve kimliksel nitemleri doğrultusunda, bize ait olan, bizim olan’ a karşı bir tutumda olduğunuzda başınız bu kez genel yönetim düzeni duvarına çarpmaktadır. o düzenin hukuku, karşı çıktığı şeyin şiir/ sanat olduğuna hiç bakmadan, “bunları neden bizim olan bize ait olanın karşısına çıkarıyorsun?” diyerek ozanları/ sanatçıları cezalandırma yolunu seçiyor. bunun çok örneği var. şiiri yüzünden, şiir yapıtı yüzünden yargılıklarda sürünen az mı ozan var sanıyorsunuz? ozanların/sanatçıların sayılarının çok olması hiçbir şey değiştirmiyor aslında. ozanın/sanatçının böyle bir şeyle karşılaşmasıdır önemli olan!..
Salkım Hanımın Taneleri film nedeniyle son günlerde koparılan fırtına, böyle bir fırtına değil miydi ki? bir MHP milletvekili, “nasıl oluyor da bizim olan bize ait olana karşı bir anlayışı film haline getirebiliyorsunuz? ve nasıl oluyor da böyle bir filmi TRT gibi bir devlet kurumu destekliyor ve çekilmesine destek oluyor?” diye, haykırmadı mı tv ekranlarında? ve tüm bunları ulus adına, bu ulusun insanları adına yaptığını üstüne basa basa söylemedi mi?
oysa, sentetik bir şiir oluşturmayı denemenin birçok olanağı getireceğini bilmemiz gerekiyor. sentetik bir şiir, yapılan, yazılan, kurgulanan... bir şiirdir. böyle bir şiir size, içinde yaşadığınız bireysel/ toplumsal/ fiziksel/ bilimsel.... tüm koşullardan yararlanma olanaklarını sunar ve salt sunmakla kalmaz, bunları bir zorunluluk olarak dayatır da... siz istediğiniz kadar organik bir yapılaşmadan yana olun, bunun gereğini yapamazsınız. içinde yaşadığınız koşullar size onu yaptırmaz; yapmanızı önler.
şiirinizin ta derinlerde, geleneğin alttan alta sizde sürdürdüğü nitemleri taşıdığını görürsünüz. bunlardan kurtulma olasılığınız yoktur. gelenek, yaşamakta olduklarınızın size dayattıkları ile girdiği savaşımda başarılı olmuşsa eğer o zaman, ürününüzde boy gösteriyor. yani siz geleneği bir veri olarak koymuyorsunuz ürününüze, şiirinize; o, şiirinizin bir ayrılmazı olabilecekse orada, şiirde yerini alıyor.
sentetik bir şiir kurulmuş oluyor böylece. bu şiir artık, karşı olmayı da içeriyor. yani şiirin o göz ardı edilemeyecek olan cevherini... gelenekselin kopulamayan ve yeniyi yaşatan yanını da parlatıyor. tabii çağdaş olanın ve giderek evrenselliğin tüm boyutlarını da... artık, şiirin yazıldığı zamanın şiirsel imlerini önce saptamak, ondan sonra şiiri onlar üzerine kurmak... gibi bir yolun seçilmesine gerek olmadığı açıktır. çünkü bu yolla oluşturulacak bir şiirin ya da şiirlerin organik olmaktan başka bir anlamı olamaz!..ne denli direnilirse direnilsin bu yol, çıkar yol değildir ve şiirimizi bir yere götürmeyecektir.
böyle yazarak, daha doğrusu söyleyerek bir yerlere geldiklerini savlayanların bu savlarla avunmalarına bakmayın siz!..
kalıcı olan o değildir. kalıcı olan, yenidir, değişik olandır ve bilimsel olandır.
bir poetik kültüre önemle gereksinim vardır. bu kültürün gelenekle olan ilişkisi, ta derinlerdedir ve ancak yaşadığımız zamanın bir parçası olabilmiş gelenekseli içermesinden başka bir şey değildir. yoksa, gelenekseli yaşatmak için yürütülen özel bir çaba değildir.
bir poetik kültürün sentetik bir yazın oluşturulmasında teknik ve bilimsel yeniyi içermesi gerekir. şiirin, söze dayalı bir anlatım alanı olduğu düşünüldüğünde, söze ilişkin tüm teknik ve bilimsel gelişme ve olanakların bu şiirde kullanılması gerekir. dilbilimin en yeni verileri şiirin içinde olmalıdır. dilbilimin komşuları olan sesbilim, anlambilim... gibi dalların da en yeni olanakları sentetik şiirin içinde yer almalıdır.
görünümü gün gün tanınmayacak denli değişen bilim dünyasının içeriğindeki değişimlere de koşut olarak şiirin, yepyeni bir görünüm ve içerik kazanması çok doğaldır. dijital dünya insanın önüne serdiği olanaklar karşısında şiir, ancak bu yapılanmaya ve oluşuma koşut olabildiği zaman bir ağırlık taşıyabilir.
şiirsiz bir dünya düşünülemez.
düşünülemez çünkü, şiirsiz kalmak, dilsiz kalmaktır.
şiirsiz kalmak, hayalsiz kalmaktır.
şiirsiz kalmak, geleceksiz kalmaktır.
şiirsiz kalmak, usavurma ve değerlendirme yetilerinden olmak demektir.
bir düğmeye basarak tüm dünyaya egemen olmaya aday insanın şiirsiz kalabileceğini nasıl düşünebilirsiniz?
poetik kültürü, hem dünyada hem de yurdunuzda yıpranmış bir üstbenlikle birlikte düşünmekten başka hiçbir anlamı olmayan bize ait olan bizim olan’ı şiirde aramanın ve ihya etmeye çalışmanın hiçbir anlamı olmayacağını bilmemizde sayısız yarar vardır.
Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.
Yazıların her haklı saklıdır.