defa okundu
hilmi yavuz’un yazıları bağlamında şiire ilişkin değinmeler
muhsin şener
hilmi yavuz’un zaman gazetesinde yayımlanan yazılarını ilgi ile ve sürekli olarak internet aracılığı ile izliyorum. yazıların önemli bir bölümünü ise yazıcıdan alıp üzerinde düşünüyor, çalışıyorum.
hilmi yavuz şiir anlayışı ile ve ozanlığı ile öteden beri benim çok ilgimi toplayan biri. hem düz yazılarını hem de şiirleri biliyorum, okuyor izliyorum.
çok dikkat çekici bir durum oluşmuş bulunuyor son yıllarda. yavuz, gelenekselliği savunan bir yerde çok ısrarlı olarak duruyor. yer yer batılaşmaya, batıya karşı bir tutum içinde olabiliyor.
bakış kuşu’ndan beri çok ilgilendiğim hilmi yavuz’un durduğu bu yer beni zaman zaman çok tedirgin etmiştir/ediyor.
tedirginliklerimin kimilerini şiir bağlamında ele almak istiyorum.
felsefe/şiir
felsefenin şiire tahakküm ettiğini söylüyor hilmi yavuz.[1] bu savını da oryantalizm bağlantılı olarak “avrupa’ya ait bir felsefe geleneğinin bize ait şiir geleneği üzerinde hegemonya kurması, olsa olsa, modernleşmenin, bu ülkede bir tür oryantalizm olarak hayata geçirildiğini kanıtlayan yeni bir örnek sayılabilir, başka bir şey değil! “ biçiminde açıklıyor söz konusu yazısında. felsefenin şiir üzerindeki bu egemenliğinin “felsefenin, akılsal ve zihinsel, şiirinse akıldışı ve duygusal üzerine inşa edildiğine ilişkin platon menşeli vansayım...”a dayandığını da ekliyor.
bilindiği gibi bizde felsefi görüşleri aktaran, içeren metinlere “hikemi” sıfatı verilmektedir. bu durum yazının felsefe ile içiçeliğini de gösteriyor. öte yandan yazının, felsefe ile birlikte; kimi kez yazın ile eşdeğer düzeyde olduğunu da anlatıyor.
hilmi yavuz yazısında, felsefenin şiire (ve tabii yazına) egemen olamayacağını ileri sürüyor. felsefenin şiir üzerinde egemen olmasının modernizmden kaynaklandığını ve bu durumun bir tür oryantalizm olduğunu söylüyor.
hilmi yavuz’un bu görüşünü yanlış buluyorum.
felsefe önce bir dil sorunu.
adorno’nun andığı gibi[2] “büyük bir yazar da olmayan bir büyük filozof yoktur.”
derrida, “alman dili, belirgin bir şekilde felsefe için seçilmiş bir yatkınlık, batının sisli diye şikayet ettiği bir yatkınlık taşır”diye de ekliyor (agy.). ve açıklamalarını sürdürerek “ hegel’in tinin görüngübiliminin veya mantık bilimi gibi yüksek düzeydeki metinlerini çevirmek güçse, bunun nedeni almanca’nın, felsefi kavramlarının kökeninin, çocukluktan itibaren bilinmesi gereken doğal bir dilden beslenmesidir; diye düşünür adorno. felsefe ile edebiyat arasındaki kökten bağ da buradan kaynaklanır; bu bağ köktendir; çünkü aynı köklerden, çocukluğun köklerinden beslenmiştir.” diye bağlıyor.
kimi eski metinlerde şiirin “hikemi” bir nitem kazanması, şiir dilinin getirdiği bir olanak. hilmi yavuz’un “akıldışı, duygusal” tanımlamalarıyla nitelendirdiği şiir dili, bu yapı içinde felsefi sözler söylemeye, felsefi görüşlere kılıf olmaya çok yatkınlık kazanmıştır. “hikemi”lik şiirsel bir dil üstüne oturuyor. geniş açıdan bakılınca yazın öne çıkmış oluyor ve felsefe yazınsallık üzerine bindirilmiş oluyor...
elimizdeki “hikemi” nitemli bu metinlere felsefe mi yoksa yazın mı demeliyiz? hilmi yavuz’a bakılacak olursa bunlara kabaca oryantalizmin yaklaşımı ile ortaya çıkan ürünler olarak bakmalıyız.
oysa durum hiç de öyle görünmüyor.
derrida’nın, adorno üzerinden almanca için söylediklerini biz, türkçe için söyleyebilir miyiz?
galiba temel soru budur!..
türkçemize yansıyan toplumsal ilişkilere değgin söz ve kavramların felsefi düşünceleri yansıtacak derinlik taşıdıklarını söylememiz çok zordur. böyle bir yaklaşım, türkçemizi değersizleştirmek demek değildir. türkçenin bir felsefe dili olması için yapılan çalışmalar ve bu alanda verilen yapıtlar tabii çok önemlidir ve bunlar bu alanda çok yol alınmasını sağlamışlardır.[3] ne ki bu yapıtlar felsefenin “çocukluğun köklerinden gelen bir dil olmasını” sağlamaktan çok uzaktır. işte bu nedenledir ki bizde felsefe, şiir üzerinde egemenlik kurmuş, salt şiir değil, tüm yazın üzerinde de etkin olmuştur.
şiir ile felsefe ilişkisini kazdığımızda şiirin felsefeye içkin olduğunu görüyoruz. şiirin felsefi bir izleği işlemesi aslında onun şiirliğini de ortadan kaldırabilir. böyle bakıldığında felsefenin şiir içine, o şiiri kuran sözcüklerin derinliklerinden gelen anlamsal ağırlıkla oturması gerekiyor. sanki şiire felsefe giydirilmiştir. o giysi çıkarılamamalı; çıkarılmak istendiğinde şiir yok olma ile karşı karşıya kalmalıdır. bu durum, özde ve biçimde şiirle felsefenin eşleşmesi anlamına alınmalıdır.
hilmi yavuz yazısında, hilmi ziya ülken’in “ felsefeyi, şiir’den ‘hikemiyat’ diye değersizleştirdiği ‘felsefe kırıntıları’ içeren edebi metinlerden üstün görerek platon’dan bu yana avrupa akılcı geleneğinin felsefenin şiir üzerinde inşa ettiği tahakkümü yeniden üretiyor” diyor ve ekliyor: “işte tam da bu nedenle, felsefenin şiir üzerindeki tahakkümünü, bir yapısöküm’e uğratarak ortadan kaldırmanın, bizim entelektüel tarihimizin bize ait söylemle yazılıp okunması açısından canalıcı bir önem taşıdığını düşünüyorum.”
bu sözlerden anlaşılan şudur:
bizim eski yazın metinlerimizden içlerinde ‘felsefe kırıntıları’ taşıyanların ‘entelektüel tarihimiz bakımından’ bize ait söylemle yazılmış bir tür felsefe metinleri oldukları için öylece kabul edilmeleri gerekir.
batıda, felsefenin bağımsız bir alan olarak ortaya çıkması; salt felsefe olarak okunan kişilerin/ metinlerin bulunması bizi çokça ilgilendirmemelidir. bizim insanımız bu metinleri okumaz. çünkü onun geleneğinde böyle bir durum yoktur. o, felsefe diye içinde, düşünce kırıntıları bulunan yazın metinlerini okumaktadır ve bu bizim için ‘ entelektüel tarihimiz açısından’ önem taşımaktadır.
bu görüşlere katılmamız olanaksızdır.
önce, entelektüel tarihimiz açısından içinde felsefe kırıntıları taşıyan metinlerin yok sayılması anlamına gelmiyor prof. ülken’in bu doğrultudaki eleştirisi. hoca, felsefenin öneminin altını çiziyor entelektüellik açısından. içinde felsefe kırıntıları bulunan metinlerle felsefe diye yetinmenin anlamsızlığına da işaret ediyor hoca. bu çizgiyi sürdürmek ve geliştirmek durumundadır entelektüel. ne yazık ki bu yapılamıyor.
felsefenin liselerde entelektüel yetiştirme bağlamında bir ağırlığı olmak gerekmiyor mu? bu soruya olumlu mu olumsuz mu yanıt vereceğimizi hala saptıyamadığımızdandır ki türkçemiz [4], kültürümüz ve bilimsel tabanımız bir türlü derinlik kazanamıyor.
bunları hilmi yavuz bilmiyor mu ki?
hem de benden çok iyi biliyor. biliyor ya batının, (her zaman takıldığı) oryantalizmden baktığını düşündüğü için böyle söyleyebiliyor.
oysa, batı dediğimiz bu çerçeve ab adı ile bir kültür, politika, ekonomi, güvenlik şemsiyesi olarak bugün artık bizim de altına girmeğe çaba harcadığımız bir çerçeveyi oluşturuyor. küreselleşme olgusu karşısında böyle düşünmenin, küreselleşme olgusunun her geçen gün genişlik ve derinlik kazanması karşısında salt bir tür kendini tatminden öteye gidemediği de çok açık.
hilmi ziya ülken’in batılı’lar gibi düşünmesi hilmi yavuz’a “ felesefenin şiire olan tahakkümünü onaylama işi prof.himi ziya ülken ‘e mi düşmeliydi? ne yazık ki öyle!” dedirtiyor.
yavuz, hilmi ziya hocanın kendisi gibi düşünmesi gerekeceğini sanıyor. hoca, bilimsell yapısının gereğini yerine getiriyor. oryantalizm takıntısı yok.
felsefenin, insanın doğa/toplum ve insanlarla ilişkileri bağlamında ele alınmasında ve bu ele alınışın gerek insan ilişkileri ve gerekse felsefe bağlamında dil ile ortaya konulmasındaki hem derinliğini hem de geniş olanaklılığını gözden uzak tutulmaması gerekiyor. böyle bir genişliği ve derinliği bulunan bir olanağın, felesefe şiire egemen mi değil mi gibi anlamsız bir soru ile öteye itilmesi düşünülecek bir şey değil.
marx’ın feuerbach üzerine tezlerinin 11.si “filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumlarlar, oysa sorun onu değiştirmektir” biçimindedir. felsefe / şiir çerçevesinde bu tezin anımsanmaması mümkün olmuyor. çünkü bu teze göre felsefe, yorum esaslı olunca şiire dünyayı değiştirme işlevi yükleniyor. şiir zaten izlenimleri değiştirerek kuruluyor. o değiştirmenin araçları arasında diyalektiğin ağırlıklı bir yeri var. engels yadsımanın yadsınması (inkarın inkarı) ile ilgili olarak yaptığı açıklamada “herhangi bir a cebirsel büyüklüğü alalım. yadsıyalım onu, -a’yı elde ederiz. bu yadsımayı, -a’yı –a ile çaprparak yadsıyalım, +a2’yi elde ederiz. başlangıçtaki artı büyüklük ,ama daha yüksek bir derecede, karede. burada da aynı sonucun ,+a’yı +a ile çarparak, bu dolambaç olmaksızın da elde edilebilmesinin hiçbir önemi yok, bu da +a2’yi verir; çünkü yadsınma +a2’de öyle sağlam yerleşmiştir ki karekökü yalnızca +a değil ama bir o denli zorunlulukla –a’dır da; ve bu durum ikinci derecede denklemlerde büyük bir pratik önem kazanır. yüksek matematikteki” türev, integral” bir tür yadsıma ve yadsımanın yadsınmasıdır”[5]
engels’in değişimi ve değiştirimi diyalektik içinde ortaya koyan bu sözleri, şiirin sözcüklerle ortaya koyduğu şiirsel gerçekliğin ta kenedisinin tanıtılmasıdır. şiir, bölyle bir değişime yaslanmaktadır. şiirin böyle bir değiişimi gerçekleştirmesi demek onun, diyalektikle el ele olması demektir. bu, şiirin algılamadan başlayan ve yazılıp bitirilmesiyle sonuçlanan tüm evrelerinin doğru olduğunu açık açık söyleyebiliriz. yoksa şiir doğru bir taban üzerinde durmaz,duramaz.
bu arada felsefe, salt bilgi aracılığı ile dünyayı yorumlamış oluyor. bu yorum engels’in işaret ettiği değişitirme işlevini içermiyor. yorumlanan madde değişmiyor ya da yeni bir kimlikle önümüze konmuyor. madde aynen duruyor. ne ki onun şöyle mi böyle mi analaşılması gerektiği gibi bir yaklaşım üzerinden düşünülüyor. felsefe, böylece bilgiyi değişitirmiş olmuyor, onu çeşitli varyasyonlar içinde değerlendiriyor.
şiir ise bilgiyi, diyalektik aracılığı ile yeniden yapılandırıp onun hiç bilinmeyen ve görülmeyen / görülemeyen yanını öne çıkararak yepyeni bir şey kokuyor ortaya. bilgi olarak yansıyan dünyanın, yeni baştan kurulması demek olan bu yapı, onu ( dünyayı ) yenilemek demektir.
biri yorum, öteki ise değiştirim esaslı bu iki yaklaşımın ayrı alanlar halinde yaşamaları gerekiyor. felsefenin şiiri etki altına alması, şiirin de bir tür yorum olmasını getiriyor ki bu, çok önemli yanlışlıkların da kaynağını oluşturuyor. çünkü dünyayı değiştirme esaslı olan şiir, felsefe içinde, ancak bir yorum olabiliyor. şiirin dünyayı değiştirme işlevi tümden ortadan kalkıyor.
bunu unutmamak gerekiyor.
heidegger/şiir ve kutsallık
heidegger’in şairler şairi olarak nitelediği hölderlin’in şiirin özünü dile getirdiğinden söz ederek;
/ve gördüğüm kutsal olan, sözüm olsun benim/
dizesini,
/ve gördüğüm, kutsal olan sözümdür benim/
biçiminde okuduğunu bildirerek, şiirle kutsal olan arasındaki bağıntıyı ilk olarak soruşturduğunu ele alıyor bir yazısında[6].
yazıda, ( heidegger, şiir varlığın parausia’sını, doğrudan ya da dolayımsız olarak/gerçek olarak dile getirir derken; man, şiir varlığı dolayımsız olarak dile getirme olanağından mahrumdur) biçimindeki heidegger ile paul de man’ın şiirden bekledikleri konusunda karşıt düşen görüşlerini de ele alır ve man’ın yanında durur.
heidegger’in şiirin kutsal söz demek olduğu inancının “şiiri hıristiyan ilahiyatına göre okumak” olarak nitelendirir ve islamiyetle ilişkilendirmek üzere, islamiyette kutsal sözün vahiy ile ilişkisini ele alır.
heidegger’in, hölderlin’in dizesini kutsal söz olarak okumak istemesini, bu sözlerin vahiy düzeyine çıkarılması anlamına geldiğinin altını çiziyor.
ve bunun bir ‘ontolojik yanılma’ olduğunu söylüyor.
bu duruma paul de man’ı da tanık gösteriyor.[7]
ünlem tümceleriyle vurgulamaya çalıştığı bu görüşünün sağlam hiçbir dayanağını gösteremiyor ve söyleyemiyor ne yazık ki!...
hölderlin’in dizesindeki sözlerin heidegger tarafından kutsal söz olarak tanımlanması, onların vahiy kökenli sözler olması gerektiğini söylemeye yetebilecek bir kanıt değil ki!
yavuz’un bu yaklaşımı onun, vahiy, salt islami söze aittir. onun dışında vahiyden söz edilemez biçiminde düşündüğünü kabul etmek?...
yavuz adına, vahim bir yanılsama olur bu!...
dört büyük din kitabının (tevrat, zebur, incil ve kuran) ortak özelliği ‘gökten indirilmiş’ olmalarıdır.
tevrat’ın, tanrı vahyi olduğu (anabritannıca, 22.cilt, s.549)’da;
incil’in, islam’da isa’ya indirilen kutsal kitap olduğunun benimsendiği (anabritannıca, 11.cilt, s. 550)’de;
zebur’un, islam inancında hz.davut’a vahyedilen kutsal kitap olduğu (anabritananıca, 22.cilt,,s.549)’da
belirtilmektedir.
ayrıca bu durum, kuran, isra suresi, 55. ayette de de açıklanıyor.
şimdi bir gerçeğin değil, bir yanlışlığın yanında bulunmakla karşı karşıyayız... genenekselliği öne çıkarmak ve onun yanında olmak için, bir gerçeği saptırarak direnmenin hiçbir yararı olmayacaktır.
tedirgin edici bir durumdur bu!
“hıristiyanlıkta sözün kutsal olanla varlığın dolayımsız kavranışını sağlayacak biçimde birleşmesi olanaksızdır”diyerek, sözün islami bağlamda allah ile ilişkisinin vahiy aracılığı ile kurulmasına karşılık, hıristiyanlıkta da şiirsel sözle kurulabileceğinin hölderlin aracılığı ile heidegger tarafından dile getirilmesinin sakıncalı olduğu nasıl söylenebilir?
böyle düşünmenin islamiyetle nasıl bir ilişkisi kurulabilir ki?
böyle düşünmek, niye örneğin vahyi, basite almak falan gibi bir anlama gelsin ki?
öte yandan böyle düşünmek, niçin “kur’an’ın ontolojik konumundaki ayrıcalığının ortadan kaldırılması anlamına” alınsın ki ?
“kur’an’ı şiirle aynı ontolojik düzeye koymak! mu’tezilenin içine düştüğü sapkınlık da buradan kaynaklanmaktadır” yaklaşımı, niçin bir ozanı, şiir bağlamında bu denli ilgilendirsin ki? bunun anlamak pek olanaklı görünmüyor.
“kur’an’ın şiirle aynı ontolojik düzeye konulması” ve böylece “ mu’tezilenin içine düştüğü sapkınlığa düşülmesi” ‘nin, ancak din bilginlerince ele alınıp değerlendirmesinin pek yerinde bir yaklaşım olacağının sağduyu herkesin benimseyebileceği bir yol olduğu apaçıktır. hilmi yavuz gibi bir ozanın, hem de şiirin değerini oldukça düşürecek bir yaklaşımla böyle bir dinsel alana girmesini çok yadırgatıcı bulduğumu söylemeliyim.
konunun bir felsefe konusu olmasından yararlanarak,“kur’an dışında hiçbir söz gayb’ı, yani söz’e aşkın olanı dile getirmek iktidarına sahip değildir.” gibi yargıları dile getirmek[8], şiir adına yapılmamalıdır ve hele sonuçta şiiri küçültmek için hiç yapılmamalı ve söylenmemesi gerektiğini düşünüyorum ben.
heidegger;
“dil herşeyden önce yorumsama ilişkisidir. ya da dil ve yorumsama aynı şeydir; insanın özünün varlık, varoluş ve varolanlarla yorumsamacı ilişkisidir. sözü edilen ilişki, öyle matematiksel, mantıksal bir neden sonuç ilişkisinin çok ötesinde, insanın ikileme ile ilişkisi içinde varolması anlamına gelir. insan tam da varoluşu ile kendisini yazgıdüzene bağlayanı gereksinir ve aynı zamanda onun tarafından gereksinir. bu ilişki içinde varolabilmesi, gel-gitleri getirmesiyle, mesajı alıp kollamasıyla mümkündür. aynı zamanada bu, insanın sözü edilen ikilemeyi kollayıp gözetmesi için, yine çağıran tarafından gereksinilmesi ve kullanılması anlamına gelir. varolanlar varlık ikilemesi, açıklığın, varolan şeylerin ve varoluşun insan tarafından açılıp yayılacağı bir açıklıktır. işte salt anlamlandırma,gösterme işareti olmaktan öte, varolana ilişkin bir ima, ipucu olan sözcükler de ölümlülerin yavaşça gidip geleceği bu açıklıkta salınırlar”[9].
”dil,....dünya ve yeryüzündeki şeylerle doğrudan yüzleştirir, ilişkilendirir, bu ilişkiyi sürdürür ve kollar. ancak ona yanıt verdiğinde konuşabilen, ancak ölümlü olarak bu dörtlünün içinde olabilen insan aracılığı ile taşınır. çünkü ölümlüler ölümü, ölüm olarak deneyimleyebilenlerdir.”
”dille ölüm arasındaki bu ilişki ki, insanı dile çeker ve ona bağlar. dünya dörtlüsünün söyleşisi, herşeyi sessizce yüzyüze, doğrudan temasa çağırır. bu varlığın dilidir, sürekli çınlayan sessiz çağrıdır.”
”insan ancak dille kendisi haline gelebilir ki, dilin doğası tarafından, dili söylemesi için kullanılabilsin. yani ölümlüler sadece sessizliğini çınlaması içinde olduklarında, dilden aldıkları ve geri verdiklerince konuşabilirler; insanın konuşması, dilin konuşmasının, sessizliğin çınlamasınının ölümlüleri kullanmasıyla mümkündür”[10]diyor. dilin bu anlamda kullanılması, varlığın örtüsünün açılması, varlığın kendisinin ışıması anlamına gelmektedir. dilde içrek olan bu ışıma, varlığı görünmeyen ne ki duyumsanan boyutlarda ortaya getirmektedir. heidegger’e göre, şiir ile dil arasındaki ilişki de budur ve bu ilişki şiirin kutsal söz anlamına alınması gerektiğini gösterir.
heidegger açıklamalarını sürdüyor:
“şiirsel söylem bir tür geri çekilmedir. ozan, sözcüğü söylerken aynı anda şey kendini olduğu gibi gösterebilsin diye geri çekilir. diğer yandan sözcük, şeyi kendi varlığı içinde tutan ve kollayan ozana, şiirsel çağrının kaynağından, yani varlığın sınırlarından, sözcüğe çağrı olarak gelir. adlandırılan çağrı, şeylere, buraya gelmelerini söyler, kendine çağırır, fakat çağırdığını tam da çağırdığı için bulunduğu uzaklıktan koparamaz. bu yüzden de her zaman burada ve oradadır; sözcüğün açtığı açıklığın içinde burada varoluşa, orada yokoluşa gider gelir. adlandırılan ve böylece çağırılan şeyler, gökyüzünü ve yeryüzünü, ölümlüleri ve ölümsüzleri kendinde toplar. dördü bir diğerine yönelmiş olmakta, dörtlü olmakta bir olur. şeyler, dördün bir olmasıyla kendileri olurlarken, dünyayı da taşırlar.”[11]
“şeyleri kendine çağıran, onlara saygı göstererek, nesnel olarak gördüklerini yerin dışına davet eden ve böylece davet edildikleri yeri de dünya haline getiren şiirdir. şiir ve düşünce, doğrudan birbirlerinin komşuluklarını gereksinirler ki dilin varlığı ile varlığın dili böylesi bir ilişki içinde sarmaşabilsin. insan da böylesi bir ilişki içinde özünü vecde getiren, kollayan evde, yani dilde, yani varlıkta yerleşebilsin. burada dil, varlığı dillendirmek için insanı kullanır.”[12]
dilin insanı kullanmasıyla ya da insan dil aracılığıyla varlığın kutsallığı içine doğrudan girmektedir.
“ölümlülerin yeryüzünde oluş tarzı olan yerleşme, onların varoluşu ile varlığı bir arada tutar. ölümlüler varlığın sığınağına girebildikleri ölçüde yerleşebilirler. böylesi bir yerleşme hem inşa etmeyi, ortaya koyma, ortaya çıkarmayı mümkün kılar hem de hepsini içsel olarak ilişkilendirerek şiirsel deneyimler haline getirir.”[13]
çünkü,
“hakikati ortaya çıkaran,şiirsel olandır”
ve
“dil özünde şiirdir. varolanları adlandırdığında onları hemen söze ve varlığa kavuşturur. burada hakikati gösöteren yazgı olarak varlık örtülü de kalsa, şiir dünyasının yazgısının habercisidir.”[14]
heidegger, alman ozanı hölderlin’in /gördüğüm kutsal olan sözüm olsun benim/ dizesinden yürüyerek şiirin kutsal söz olduğunu söylüyor ve bunun felsefe temellerini yukarıdaki alıntılarla çizmiş oluyor. demek ki ozan, şiir kurarken varlığın özü üzerindeki örtüyü kaldırarak onu ışıklandırmış oluyor ve aynı zamanda görünen değil yepyeni bir varlık ortaya getiriyordur. bu durum ozanı, kutsal söz söyleyen düzeyine çıkarmaya yetiyor. heidegger böyle düşünüyor ve iyi de ediyor!...
heidegger’in şiir ve ozan konusundaki, bu ‘düzey kazandırıcı’ yaklaşım biçimini, hilmi yavuz’un, tıpkı şuara’daki yaklaşım ile ele almasını, lafı ne denli büküp kıvırsanız da anlamak ve kavramak mümkün görünmüyor.
ve yine yapılanın ne şiire, ne de onun yorumuna en ufak bir katkıda bulunmadığını bulunamayacağını söylemek gerekiyor açık açık!...
modernizm/geleneksellik/lirik şiir
türkiye’de modernizmin, gelenekselin toptan inkarı biçiminde alınmış olmasının doğurduğu kimi boşluklar var mıdır?
sorusu, özellikle özal’dan bu yana sorulup duruyor.
3 kasım seçimlerinden sonra da bu soru güncelliğini sanıyorum hiç yitirmedi.
konu, türkiye bağlamında önemli görünüyor.
çünkü atatürk devrimleri adı verilen toplumsal değişimlerin altında yatan düşünce yine atatürk’ün sözleriyle “türk toplumunu tüm biçim ve anlamıyla çağdaş bir toplum yapmaya yönelik değişimler”dir. gerçekleştirilecek olan toplumsal değişimin niteliği “tüm biçim ve anlamıyla” olarak belirtilmiştir. toplum, biçimsel olarak çağdaş bir görünüm içinde olacaktır. anlam olarak da çağdaş bir düşünce ve duygu yapısına sahip olmalıdır. bu değişim için örnek bir toplumsal yapılanma vardır ve o da çağdaş batı toplumudur. biçimsel ve anlamsal olarak batı toplumlarına benzeyen bir yapılanma içinde olacaktır toplum.
atatürk’ün gösterdiği hedef bu idi.
türk toplumu, 1839’da beri bu yolun yolcusudur.
bugün bu yol ab ile tanımlanıyor ve türkiye ab’ye girmenin son ve önemli hazırlıklarınıı yapmaktadır.
h.yavuz’un yazısında,[15] ;
“işte modernlik! anlam taşıyan bütün gelenekleri, ‘ilerleme’nin yolundan temizlenmesi gereken ve çağa aykırı düşen ‘yanılsamalar’ ve ‘engeller’(!) olarak görmek!!!
va hayfa!
söyler misiniz, lütfen ‘aydınlanma’,’ modernleşme’, ‘batılılaşma’ bu mudur?
böyle mi olmalıdır?”
soruları yukarıda açıklananlar bağlamında önem kazanıyor sanıyorum.
“ilerlemenin önünden temizlenmesi gereken ve çağa aykırı düşen”, “ anlam taşıyan bütün gelenekler” ise ki böyle sıralanmış bulunuyor.
onların “anlam taşımalarından” kuşku duymak çok doğaldır. çünkü anlam taşıdığı söylenen bu gelenekler, “ilerlemenin önünde temizlenmesi gereken ve çağa aykırı düşen” geleneklerdir. onları temizlemeden ya da ortadan kaldırmadan ne çağdaş bir yapılanmaya ulaşabileceksiniz demektir ne de ilerlemeniz mümkün olabilecektir.
hilmi yavuz, bu sözleriyle tüm yazılarında ileri sürdüğü görüş ve düşüncelerin dışında yeni bir şey söylüyor değildir. o gelenekselliği tüm anlam ve önemiyle savunmaktadır.
tabii, kendi bileceği bir iştir.
ne ki geleneksillikten kurtulmanın yol ve yöntemini bir an önce çok hızlı biçimde bulup, koşmak zorunda olduğumuzu bilmeyen kalmamıştır.
haşim için
yavuz, haşim için yazdığı yazılarda,[16] piyale’nin önsözü olan “ ‘şiir’ hakkında bazı mülahazalar”’da haşim’in, rahip bremond’un görüşlerine dokunarak;
“muhakeme, mantık, belagat, insicam, tahlil, teşbih, istare ve bütün bunlara müşabih (benzer) evsaf, şafak aydınlığı gibi her dokunduğuna gül pembeliğini veren şiirin sihirkar (büyüleyici) tesiri ile tebdil-i mahiyet edip istihale etmedikçe (nitelik değiştirip başkalaşmadıkça).......nesirden başka bir şey değildir.”[17]dediğini söylemekte ve onun ‘sihirkar te’sir’den söz ettiğinin altını çizerek;
“haşim, ‘sihirkar te’sir’ in üretimini mümkün kılacak bir temsiliyetten yana olmamıştır: o, dünyayı, edward said’in ifadesiyle değiştirmekten değil, süslemekten yanadır ve işte tastamam o nedenle de şiiri temsil edilemez kılan lirik geleneğin ürettiği ‘te’sir-i sihirkari’yi, ne kadar istemiş olsa da gerçekleştirmeye muvaffak olamamıştır”[18] diye eklemektedir.
yavuz’un düşüncesine göre, haşim, dünyayı değiştirmekten değil süslemekten yana olmuştur. böyle davrandığı için de çok istemesine karşın, şiirinde ‘sihirkar tesir’i gerçekleştirmesi mümkün olamamıştır.
acaba durum böyle midir?
yoksa yavuz’un, öteden beri benimsediği düşünce biçiminde olduğu gibi ve yine edward said’in de sık sık yinelediği üzere oryantalist bir yaklaşımın yansıması mıdır bu görüş?....
ben, öyle olduğunu düşünüyorum.
önce, haşimin şiirlerinde,
‘eşyanın ve dünyanın olduğu gibi algılandığı ve alımlandığını; bunun şiirine salt süslemelerle birlikte ve ancak olduğu gibi yansıdığını’ söyleyemeyiz.
ne haşim’in şiiri için yazılan yazılarda ne de hakkındaki yapıtlarda, bu yargıyı doğrulayan bir bulgudan söz eden yoktur.
öte yandan şiirlerinin de böyle bir nitem taşıdığını söyleyemeyiz. haşim’in şiirinin salt süslenmiş bir şiir olarak ortaya konması, ona yapılacak haksızlıkların en büyüğü olacaktır sanıyorum.
yakup kadri haşim için:
“a.haşim’de mutlaka bizim bildiğimiz beş duyudan en az bir iki tane fazlası vardı. çünkü gözleri bizim görmediğimiz şeyleri görüyordu.çünkü burnu, bir çiçekten bizim alamadığımız kokuları alıyordu. çünkü kulakları, bizim cansız ve sessiz sandığımız şeylerden ses alıp dinlemesini biliyordu. onun için ki, şiirlerinde, kuşların hayalata daldığını, leyleklerin düşündüğünü ve batmakta olan güneşin bir kesik baş gibi kanadığını görürsünüz.”[19]
diyor.
peyami safa:
“şarkın ve garbın hiçbir şairi, haşim kadar, otların büyürken çıkardıkları gizli sesi bile duyacak derecede bizim içimize nakletmemiştir”[20]
demektedir.
ali canip yöntem onun için:
“...hakiki şiir manayı kariin(okurun) ruhundan alır. anatole france diyodr ki ‘şairane bir hayalde birkaç mana bulunmalı; sizin vereceğiniz mana ancak sizin için doğrudur.”[21]
diye yazmıştır.
abdülhak şinasi hisar, onun için yazdığı bir yazıda :
“.....şair nesriyle ancak fikrinin dış tabakalarını ifade etmiş ve derinliğini şiirine bırakmıştır.”[22]
demektedir.
haşim, ‘ay’ başlıklı fıkrada:
“ ay! ay! yalancı ay! zekadan harabolanları dinlendiren hayal gibi güneşten bunalanları da teselli eden sensin!...”[23]
diyordu.
tüm bu alıntıların ortaya getirdiği gerçek, haşim’in şiirinde gösteren’in değil, gösterilenin esas olduğu ve bunun şiirine yeni boyutlar eklediği gerçeğidir. böyle bir nitemin bulunduğu şiirin, ilişkin olduğu dünyayı kimi süslemeler içinde vermekle yetindiği nasıl söylenebilir?
öte yandan bir an için haşim’in sembolizmin türkiye şiirindeki temsilcisi olduğu görüşünün benimsendiğini düşündüğümüzde, sembolizm ile şiirde salt süsün eğemen olduğunu söylemek nasıl mümkün olabilecektir?...
kendisinin, ‘ay’ adlı metnin sonunda söylediği sözler, dünyayı hep ve her zaman görünüşüyle değil, onun arkasındaki durumuyla kavramaya ve benimsemeye çalıştığını açıkça götermiyor mu?
hilmi yavuz, haşim’e harsızlık etmiştir!...
ece ayhan
kitap-lık dergisinin “a’dan z’ye ece ayhan” kitapçığını, derginin eki olarak vermesi ardından yavuz, ece ayhan için birkaç yazı yazdı.[24]
bu yazılarda kitapçığı hazırlayan ahmet soysal için, ece’ye ‘büyük şair’ diyen özdemiri ince için de dokundurmalar yer alıyordu.
yavuz yazısında:
”safderun müritlerin ve zavallı ece’yi önemli şair(?) ve entelektüel(!) olduğuna inandıran birtakım snob okuryazarların inşa ettiği bir ece ayhan kültü’nün yıllardır dolaşımda olduğunu biliyoruz. ece’yi önemsemek, neredeyse bir entelektüel ‘statü’ haline getirildi.”
“ece ayhan’ın olsa olsa,’avangard’ bir şair olduğu söylenebilir. hiçbir geleneksel arkaplana dayanmayan, ‘hüdayinabit’ bir şiir!.....ereksiz, dolayısıyla raslantısal bir ilişkidir ece ayhan’da. okuryazarlığı, belli üç dört kavramla sınırlı, dar ve semeresiz zihin! biraz meczup. azıcık kurnaz, ama çokça cahil bir söylemin aldatıcı ışığı!”
“niye söylemeyelim? .........1970 yıllarda isviçre’de beyin ameliyatı....” geçirdiğinde “para gönderdiler diye”..... kimilerini.....“mahkemeye veren ece ayhan’ın kendisi değil mi?”
yavuz, bu savların neden ‘a’dan z’ye ece ayhan’ kitapçığında yer almadığını soruyor önce.
sonra da, bu alıntılardaki olay ve durumları sıralıyor.
ece ayhan için düzenlenmiş bir kitapçıkta, ‘falan veya filan kişileri, falan tarihte ona para yardımı yaptılar diye mahkemeye vermişti’ biçiminde bir açıklamanın yer alamayacağını pekala bilir h.yavuz.
ece, bu yazı yazıldığında yaşamıyordu ki...
ölen bir kişinin arkasından, böyle bir tatsız olayı anımsatmak için mi hazırlamış olacaktı ahmet sosyal bu kitapçığı yani? buna, kim evet onun için hazırlamalıydı diye yanıt verir allahaşkına?
böyle şey olamaz!..
sonra, ece ayhan’ın okuryazarlığı birkaç kavramla neden sınırlı olsun ki?
onun, sağlığında türkiye şiiri içindeki etkinliği ve yaygınlığını herkes çok iyi biliyordu.
ece yaşarken neden bu ‘kısıtlı’ olduğunu söylediği ‘okuryazarlığını’ tartışmaya açmadı yavuz?
semeresiz bir zihin’, şunca şiir yapıtıyla, şunca toerik yapıtı nasıl ortaya çıkarabilmiştir?
böyle bir tartışmaya girmek bile ta baştan yanlış bir şeydir ve bir sonuca hiçbir zaman bağlanamayacak bir şey!...
ece’ye böyle bir yaklaşımla bakılması karşısında insanın gerçekten dili tutuluyor. söylenecek bir yığın söz var ya onları söylemeye de dili varmıyor.
ece, gerçekten çağdaş bilince ulaşmış bir aydındı.
öyle gelenekselle bağlantı içinde, çağdaş olunamayacağını çekinmeden ve bağırarak söylüyordu. karşı olanlar o zamanlar buna yanıt veremedikleri için şimdi arkasından meczup cahil... gibi sözleri nasıl söylüyorlar anlamak mümkün değildir?
şiirin bir uyum ürünü olmadığını;
ozanlığın bir karşı çıkış olduğunu sağır sultan bile duydu!
ece bu tanımın en somut haliydi, şiiriyle ve yazılarıyla, hala da öyledir!
“ben türkiye’nin şiirine, tarihine müdahalede bulunuyorum. ve bugüne de. benim bütün derdin bugün aslında. en güzel gün bugündür bana göre. geçmişe hiç özlemim yoktur.”[25]
diyor ece.
“türkiye şiirine, tarihine müdahale.....” eden/edebilen; tarihini ve şiirini böyle benimseyebilen bir bilinç, nasıl ‘dar ve semeresiz bir zihnin’ ürünü olabiliyor? bunu açıklayabilir misiniz?
“ece, “benim bütün derdim bugün aslında”, “geçmişe hiç özlemim yoktur” derken, yavuz’un ileri sürdüğü gibi ‘çokça cahil bir söylemin aldatıcılığı’nı mı ortaya koymuş oluyordu, yoksa çok bilinçli ve ne istediğini falan bilen bir bilgi üstüne oturmuş bir yaklaşım biçimini mi tanımlıyordu? hele geçmişe hiç özlemi olmadığını söylemesi onun yaşama felsefesini de yaşama bakışını da yaşamdan beklediklerini de çok açık ortaya koyuyor. ne yazık ki yavuz şiirleriyle ve bu yazıda ele alınan yazılarının tümüyle, eskiye ve geçmişe bağlılığın bayraktarlığını yapıyor.
ece ile aralarındaki en belirgin ayrım, tam da bu noktada odakalanıyor.
şu alıntıya bakınız:
“aşağı yukarı 150 yıldan beri devlet toplum ikiliği, büyüyerek sürüp gidiyor. devletin bize giydirdiği entari bir kez eynimize uymaz, uymuyor.”
“devletin çeşmesinden su içen 6 ay sarhoş, divane gezer. biz bu çeşmeye bir de peştkemal ekleyelim!”[26] diyor, cemal süreya ile yaptıkları bir söyleşide.
devlet-toplum ikiliğinin ayrımındadır ece. devletin eynine giydirdiği entarinin uymadığını haykırıyor o. daha ne desin yani?
devleti, toplumsalı ve bireyi böyle bir kavrayış içinde değerlendiren bir beynin dar, semeresiz olduğunu söylemeye insanın dili nasıl varıyor kavramak çok zor!...
ece’ye nasıl cahil denilebildiğini bir türlü anlayamıyorum!...
yine, cemal süreya ile yaptıkları bir söyleşideki şu tümceyi buraya alıyorum:
“önemli olan bir ortadoğu sesini yakalayabilmektir. evet, şiirin böyle bir gizli köşegeni de var.”[27]
şiirin, özellikle ortadoğu’lu şiirin ‘ses’inden söz ediyor ece!
bu, önemli bir saptamadır.
ortadoğu şiirinin salt ‘sesi’dir önremli olan ve ortaya çıkarılacak olan. bunun ayrımındadır ece.
ece şiiri biliyordu...
ve onu doğru değerlendirmiştir.
hayır diyenlerin sözüne ve yarggılarına hiç de kulak asmayın.
çünkü onlardan alacağınız hiçbir şey yoktur.
bu zamana değin hiç olmadı ki bundan sonra olsun!...
şiir ve değiş tokuş
simgesel, gerçekle düşsellik arasındaki anlamsal karşıtlığa son veren bir değiş tokuş un kendisidir. insana, doğaya.....ilişkin gerçekliğin simgelerle ortaya konulması işleminin yarattığı bir değiş tokuştur sözünü ettiğimiz.
şiir böyle bir simgesel biçimidir. o görünüm, şiirin gösterge olarak ortaya çıkmasıdır. . gösteren, bir gerçeğin görüntüsü olarak vardır orada. oysa gösterileni anlamadan kavramadan simgeselden söz edemeyiz. gösteren, böyle bir yapılanma içinde salt değiş tokuşu gerçekleştiren bir biçimdir.
şiir, gösterilenin içinde yer alır.
şiir, gösteren içinde saklı ise gösteren, bir bildirişim aracı olarak vardır. şiir de bir bildirişim için oluşturulmuş demektir. oysa şiirin böyle bir işlevi yoktur; olmamalıdır da...
şiire, sözü edilen nitemi veren, onun gösterilen içinde saklı olmasıdır. bu, şiirin bir simgesel yapılanma altında yer aldığını göstermektedir.
aslına bakılırsa ekonomi politik de bir değiş tokuştan başka bir şey değildir.
simgesel, bataılle’ın kurban açıklamaları arasında sözünü ettiği yaşanırlığın, bir başka yanı olarak görünüyor. bataılle, ölümü yenmenin böyle simgelerle olanak içine giridiğine işaret eder. kurban törenlerinin altında yatan gerçeklik de ölüye/yokluğa karışmışlığa karşı yürütülen yaşanırlığı gerçekleştirme eyleminden başka bir şey değil ki.
simgesel böyle bir gerçekliği de üstünde taşıyor.
şiir sanatı, dil alanında armağan düzenindeki ilkel toplumlara özgü bir durumu, kısıtlı sayıda nesneden oluşan bütüncenin kesintisiz dolanımının yol açtığı inanılmaz zenginlik, bir değiş tokuş şölenini yeniden yaratmaktır.[28] bu bakış ve kavrayış biçimi, ilginç sonuçlarıyla birlikte geliyor:
önce şiir sanatı bir yeniden yaratma olarak konuyor.
bu özellik çok önemli görünüyor bize. çünkü şiirin bir yeniden yaratma olarak kavranması ve söylenmesi, şiir yazılmaz, söylenir diyenlerden başlayarak....çok kişiye uzanan sağlam yanıtlar getiriyor. şiir, bir yeniden yapılanmadır çünkü. şiir bir çabanın ürünüdür. öyle doğuvermek falan onun doğasında hiç olmadı. çaba ve bilgi ile birlikte ozanın kişisel nitemleri üstüste binerek bir şiir kurabiliyor ancak.
sonra, bu yaratının dil alanında ilkel toplumlara özgü bir armağan düzenindekine benzemesinden söz ediliyor. söylev düzeni anımsanıyor bu tümceler üzerine. söylev düzeni, ilkel toplumun kullandığı bir dil düzeni. onunla yürütüyor ilişkilerini ilkel toplum. çok düzenli ve noksanlıkları olmayan bir dil düzeni değil bu söylev düzeni. ne ki ne istediğini anlatmaya yetiyor. şiir de böyle. çok az sözcük kullanılıyor. bir söylev dili değil. öyle olsa şiir olma nitemini yitirecek. çünkü bir iletim devreye girmek zorundadır o zaman. söylev düzeni, bir şeyi anlatmak/söylemek için seçilmiş bir düzen; kurulmuş bir yapılanma.
şiir kısıtlı sayıda nesneden oluşan bir bütünlüğün kesintisiz olarak dolanımının oluşturduğu bir inanılmaz zenginlik olarak çıkıyor ortaya. ya da böyle bir şey olmak durumundadır şiir.
az sözcük ile kurulmuş bir bütünlüktür sözü edilen. o az sayıdaki sözcükler arasındaki ilişkilerle oluşan bir dolayım vardır ki şiirde bu ilişkilerin oluşturup geliştirdiği anlamsal zenginlik inanılmaz bir zenginlik olarak çıkar karşımıza. ve bu zenginlik hep ürer, çoğalır... ne zaman çoğalır? o şiiri her okuduğumuzda çoğaldığına tanık oluruz. kesintisiz dolanımdır bu zenginliği çoğaltan her defasında. sanki bir armağan düzeni işletiliyormuş gibidir. bu düzen değiş tokuşu getirmektedir.
şiir sanatı sözcükler düzeyinde yapılan değiş tokuştur.[29] böyle bir değiş tokuşun eşdeğerlilik içermemesi gerekiyor. bu, değiş tokuşun ilk koşuludur. gerçekliği birebir yaşayan ozanın şiirinde o gerçeklik eşdeğerde göstergelerle ortaya konulmuş olmayacaktır. o gerçeklik, gösterilenin içinde her okunuşunda yenilenmiş bir gerçeklik olarak karşımıza çıkabilmelidir. yoksa bir iletişimden öteye varlık gösteremez şiir.
dilbilimin sürekli olarak öne çıktığı bir şiir kurmada bu sakıncayı sık sık yaşayabiliyoruz.
çünkü şiir, bir çelişkinin içinde durur. söylevsel metin ise böyle bir çelişki taşımıyor. bu çelişki giderek diyalektiğin şiire oturmasına da yardımcı olmaktadır.
Not: sayın hilmi yavuz’a, geçirdiği göz alemiyatından ötürü, geçmiş olsun diyor, sağlıklı uzun ömürler diliyorum.(m.ş.)
[1] hilmi yavuz, felsefenin şiir üzerindeki tahakkümünün sökülmesine dair notlar, zaman gazetesi, 29 mart 2002
[2] jacques derrida, yabancının dili, le monde diplomatique, türkçe ocak sayısı, s.25
[3] arda denkel’in, teo grünberg’in bu alandaki yapıtlarını anmalıyız...
[4] hasan bülent kahraman’ın 6 mayıs 2002 günlü radikal gazetesindeki köşesinde bu konuda neo-türkçe başlıklı yazısına bakınız.
[5] marx – engels, felsefe metinleri, sol y., ank. 1999,s. 178
[6] h.yavuz, heidegger, şiir ve kutsallık başlıklı yazısı, zaman , 4.9.2002
[7] h,yavuz, heidegger, kutsallık ve islam başlıklı yazısı, zaman, 11.9.2002
[8] h.yavuz, şiirsel söz dil’le kutsal olan’ı birleştirebilir mi?, zaman, 18.9.2002
[9] patikalar, haz.h.ünal nalbantoğlu, imge y., ank.1977,s. 128
[10] agy,s. 129
[11] agy.,s.131
[12] agy.,s.132
[13] agy.,s.143
[14] agy.,s. 139,145,146
[15] modernizmin inkarcılığı, zaman gazetesi,20.9.2000
[16] te’sir-i sihirkari, zaman gazetesi, 23.4.2003/ lirik şiir,modernite ve sihirkar te’sir,zaman gazetesi, 30.4.2003
[17] a.haşim, hayatı, sanatı, eserleri,haz,y.nabi,varlık y., ist.1952, s.43
[18] lirik şiir, modernite ve sihirkar te’sir, zaman gazetesi, 30.4.2003
[19] a.haşim, s.9
[20] hilmi yücebaş,bütün cepheleriyle ahmet haşim, inkılap kitabevi, ist.1958,s.,117
[21] agy., s.30
[22] agy.,s., 24
[23] a.kabaklı, türk edebiyatı 3, s.152
[24] ece ayhan’ın hacıyograflığı,zaman gazetesi, 9.4.2003 ve ece ayhan nasıl putlaşıyor,zaman gazetesi, 16.4.2003
[25] ece ayhan, şiirin bir altın çağı,YKY, ist.1993,s.150
[26] agy., s., 155
[27] agy.,s., 167
[28] j.baudrillard, simgesel değiş tokuş ve ölüm, çev.o.adanır, boğaziçi üni. Y., ist. 2002,s. 315
[29] agy., s.,317
Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.
Yazıların her haklı saklıdır.