Okurken
Düşünürken 1
muhsin şener
ANARŞİ VE ŞİİR
mete tuncay konuşmasının bir yerinde ayşe düzel’e “bizde anarşist fikir hiç gelişmedi. herkes devleti ıslah etmeyi düşündü.” (
radikal gazetesi, 25 aralık 2000, mete tuncay’ın neşe düzel’e verdiği röportajdan...) diyor.
hocanın dikkate sunduğu bu gerçeklik, üzerinde uzun uzun düşünülmesi
gereken bir gerçeklik olarak göründü bana. eleştirme, eleştirilmeye
yatkınlık; karşı düşüncelerle birlikte yaşamaya alışma; doğruyu bulma, doğruya
dayanabilme; ikiyüzlülük... falan filan gibi bir çok kavram bu sözün
anımsattıkları arasında var. ve tabii bir
ulusal nitemin, bir yönetim anlayışının da altını kalınca çiziyor bu
söz.
anarşi :“devletin her türlü
örgütlenme biçimini ve devlet erkini ilke olarak reddeden sözümona devrimci bir
politik ve ideolojik akım.” (m.buhr,a.kosing,
felsefe sözlüğü, çev.v.atayman,
i.duman, konuk yayınları,ist.1978,s.19). olarak tanımlanıyor.
anarşi kavramı, karşı olma üstüne
oturmuş. hocanın sözünü ettiği alan içinde devlete karşı olmak söz konusudur. bu karşı oluş, örgütleme
biçimine, onun bu biçimle birlikte
oluşan otoritesine, gücünedir. salt karşı olunmakla kalınmıyor, karşı
olunan düşünce ve yapılanmanın tam
karşıtının savunulması gündeme geliyor.
şimdi, bir yeniden söz edilebilir. o yeni, karşı olma’yla
ortaya çıkmıştır. böylece hocanın
sözünde alttan alta akan bir anlayışa
gelinebiliyor: bizde anarşist fikir gelişmediği için yenileşme çok zor
oluyor... evet, bu önemli bir saptamadır. tabii yanıbaşında tutuculuğu
ve gericiliği kovma da vardır. otoriteyi tanımama düşüncesi anarşist bir
düşüncedir ve bireyi öne
çıkaran bir felsefeyi de içerir.
özetin özeti olan bu belirleme hemen şiiri anımsatıyor.
şiir bir tür anarşidir.
o, düzeni sarsan
bir yapılanmadır. idare-i maslahatçı değildir. ‘ıslah
etme’ düşüncesinde hiç olmadı. o, yeniden kurma üzerine oturmuştur.
devrimci bir yapı/yapılanmadır bu.
eskiler yıkılmış ve yeniden
yapılanmışlardır.
eskiyi yıkmadan yeniyi
kuramazsınız. bu, eskiyi yinelememek, ona öykünmemek demektir. geleneğe
uzanan el, oradan yeniyi değil eskiyi
aldı hep. o eskiyi yenileştirmek bir tür yineleme ya da
yenibaştan kurma olabiliyor. bu noktada çok özenli
olmak gerekiyor. anarşi
kavramının bizdeki içeriği
öteden beri hep ürkütücü oldu. kavramın
belki de ihanetle birlikte anılması ve anımsanması çok doğal görüldü.
oysa şiir, anarşist değilse eğer şiir değildir.
şiir, anarşizmi seçmezse eğer, bir yineleme olmaktan öteye geçemez ve şiir olamaz.
demek oluyor ki, hocanın “bizde anarşist düşünce hiç gelişmedi” derken düşünce yapımızın sürekli olarak çağdaşlıkla çatışmasının altında yatan bir nedeni belirliyor.
AB’ye girme çalışmalarının hızlandığı şu günlerde bu gerçeklik nasıl da alnımıza vuruyor:
yine ‘madem ki AB parlamentosu bizi daha uzunca bir süre içine almayı düşünmüyor öyleyse biz de hazırlıklarımızı ağırdan alırız’ deniyor. yani AB’ye girme hazırlıklarımızı ne kadar hızlandırırsak o kadar daha kısa bir süre içinde o topluluk içindeki ulusların düzeyinde olma olanağını yakalarız diye düşünülemiyor bir türlü. çünkü AB’ye girdiğimiz zaman o ‘ıslah etme’ anlayışımız tümden yok olmak zorundadır.
oysa yapılması gereken devrimdir, ıslah değil. hem de herşeyde!..
örneğin, artık devlet önde olmayacaktır, olmamalıdır. o bir aygıttır. ve insanlara hizmet için vardır. oysa bizde devlet kutsal bir şeydir. kutsal olana kutsallığını öne çıkaracak biçimde yaklaşmalısınız. böyle düşündüğünüz için AGSK görüşmelerinde tüm didinmelere karşın olumsuz sonuç alınmıştır. acaba bağımsızlığımız elden gider mi diye düşünülmektedir. bağımsızlık kavramı devletin kutsallığından kaynaklanan bir kavram. AGSK içinde yer alırsanız emir ve komuta içinde de yer almak kadar doğal olan ne var ki? eğer emir ve komutada yer alınmayacaksa AGSK içinde yer almak ta mümkün değildir denerek rest çekmenin, AB şemsiyesi altında bulunmak istemekle bağdaştığını söylemek mümkün mü? ne var ki bu tutum, kutsal devlete çok uyan bir tutumdur ve çağdaş değildir, eskidir ve noksandır.
uzlaşma kültürü’ne dört elle sarılmış olanlar, AGSK da niye uzlaşamazlar ki? yoksa böyle bir şeyin aslı esası yok mu? yoksa, böyle bir söylem, salt istikrar denilen ve ne idiğü belirsiz söylemi ayakta tutmak için mi icadedilmişti?!.
kıbrıs konusu kanamaya devam mı edecektir? buna bir çözüm bulunamayacak mıdır? çözüm için, yıllardır süren tutumun değişitirilmesi gerekmiyor mu yani? bu tutumun nelere mal olduğunu bilmeyen var mı? kıbrıs, türkiye’nin ekonomisi üzerinde önemli bir yük olarak duruyor.
öte yandan, kıbrıs halkı, kendi hakkında kendisi karar vermek istiyor. bu olanak neden onlara verilmiyor? onlar da artık kanayan bu yaradan duydukları ıstırabı dindirmek istiyorlar. ne var ki köhnemiş o eski tutumda direniliyor.
oysa AB, kıbrıs’ın rum kesimini içine almak istediğini söylüyor.
bir orta yol, çözüme giden bir orta yol bulunamıyor!...
çok tipik bir ıslah etme anlayışıdır bu! ve oldukça eskimiştir, çağdaşlıkla çatışmaktadır. değişime karşı bir direnmeden başka bir şey değildir. yeniliğe karşı olmaktır.
anarşizm kavramından korkmamalıyız. altında yatan düşüncenin geliştiren ve değiştiren yapısını tüm insanlarımızın benimsemesi gerektiğini ise hiç unutmamalı. yoksa hocanın dediği gibi ıslah anlayışı içinde, gittikçe yuvarlaklaşan ve tabii yuvarlanan bir yapıya ulaşılacaktır.
anarşi kavramına madalyonun öteki yanından baktığınızda çok ilginç bir tablo ile karşılaşılıyor:
11 aralık 2000’de başlayan kimi cezaevlerindeki operasyonlar sırasında anarşist grupların durum ve tutumları, böyle bir gözlemle, gerçekten çok gözaçıçı görüntüler vermiştir.
on yıldır cezaevlerinde anarşistlerin bulundukları kovuşlara girilemediği sorumlular tarafından dile getirilmiştir. o nedenledir ki cezaevlerinin bir bölümüne jandarma aracılığı ile operasyon yapılarak girilmiş ve oralardaki tutuklular alınıp başka cezaevlerine konulmuşlardır. bu sırada anarşistler teslim olmamak için kendilerini yaktılar. canına kıyanlar oldu.
kendilerini yakmaları için anarşistlere telefonlarla emir veren liderlerin bu emirleri yayınlandı. “bir meşale gibi teslim alsınlar bizleri...” denilmiştir!..
bu tutum, anarşist olan bu tutukluların devlete teslim olmamak için geliştirdikleri bir tutumdu ve ölümle sonuçlanmıştır...oysa aslolan yaşamdır, yaşamaktır!.. yaşamın yok edilmesi, kişinin kendi elinde midir değil midir sorusu tartışmalıdır. bu tartışma, yaşamın kolaylıkla ortadan kaldırılabileceği anlamına gelmiyor. direnmenin meşruluğu için yaşamın bile ortadan kolaylıkla kaldırılabileceği mi gösterilmek istenmiştir?..
böyle bir yöntem, güçlü bir direnme olarak ortaya çıkmıştır. aslolan yaşamsa eğer, bu yöntem, en azından etiksel değildir. ne ki şaşırtıcıdır!. çok vurguludur. çok da kandırıcılığı vardır. seçilmesindeki ana nedenler bunlar olabilir.
ne ki bu yöntemle anarşistlerce acımasızlık, tüm ağırlığı ile toplumun üstüne boca edilmiştir.
direnenlerin, sosyalist bir düzen için savaştıkları söyleniyor.
dünya üzerinde ilk sol düzenin egemen olduğu sovyetler 80’li yıllarda yıkıldı. hem de kartondan bir şato gibi...hiç direnilmeden... halen salt küba’da var sosyalist düzen. rusya’da bile artık sosyalizmden söz etmek mümkün görünmüyor. rusya, hızlı bir biçimde evrensel düzeni egemenleştirmiş bulunuyor. özelleştirmeyi türkiye’den çok daha hızla gerçekleştirdi.
şimdi görünen şudur:
dünyaya ilk kez sosyalist düzeni tanıtan ve bunun ilk uygulama yeri olan rusya’da bile böyle bir düzenden hızlı bir kaçış varken bu düzen için ölmenin mantıklı hiçbir yanı var mı? bu çaba boş bir çabadır; hayaldir ve bir beyin yıkama eyleminin çok belirgin bir örneğidir.
ve
yazan kişi bitmez tükenmez ile ardı arkası kesilmeyeni “kavramış”,
onu söz olarak işitmiş, onunla
uzlaşmaya varmış,
isteğine boyun eğmiş, onda kendini
yitirmiş
ve bununla birlikte onu gerektiği
gibi sürdürmüş olmak için,
onu durdurmuş, bu kesilme içinde onu
anlaşılabilir kılmış,
onu bu sınıra sıkı sıkıya bağlayarak
dile getirmiş,
onu
ölçerek ona egemen olmuş kişidir aynı zamanda.”
maurice blanchot
(yazınsal uzam, çev.s.öztürk
kasar, yky.ist.1993, s.33)
blanchot’nun özenle saptamaya çalıştığı bir gerçeklik elle tutulabiliyor: örneğin şiir, yaşamın tükenmeyen ve süren yanına vuruyor. parmağını hep o noktanın üzerine koyuyor ve bastırıyor. ozan bunu sağlamanın peşindedir. sağlayabildiği sürece başarılı oluyor. hem yerelde hem de evrenselde... başarısını katlayarak sürdürmek mi istiyor?.. yine o noktayı gerçekleştirmenin peşindedir.
yaşamın tükenmeyen yanı, durağan yanıdır. durağanlığı, yaşama
kaynaklık etmesini engellemiyor. belki de durağanlığından çoğalan
kendine özgülük, ilginçlik ve öznellik nitemlerini kazanıyor.
kaynak olması, bu nitemlerle birlikte
tükenmezliğini sağlıyor yaşamın
belki de? kimbilir!..
şiirde yaşamın tükenmez yanı imgelerle gösteriliyor/gösterilebiliyor.
onun anlatılması önemli bir
yanlışlığı getiriyor. imge o nedenle vardır. anlatımın şiire egemen
olması ya da yaşamın tükenmezliğinin imgelerle birlikte anlatımla belirlenmeye
çalışılmasında imge, kolaylıkla ikincil
önemde bir araç gibi kullanılıyor ve giderek, kurulmasındaki özen yitiyor; tek renkli, sığ, kapsamsız ve
oldukça soluk bir imge çıkıyor ortaya.
bu durumun ayrımında olmayan ozan, imgenin ikincilliğe düşmesine, en azından kendi şiirinde ve kendi şiiriyle yardım etmiş oluyor. o kadarla kalıyor mu dersiniz? hayır hayır,
kalmıyor; bu durum, onu okuyanlara
da bulaşıyor. çünkü bir tür kolayı
seçmektir bu.
imgenin, yaşamın tükenmezliğinin altını
çizmesi, insan bilincinde iz
bırakmasını sağlıyor. bilinç, kişiliğimizi kuran bir kaynaktır. ne varsa,
önce orda oluyor. bilinç her şeydir!..
yaşamın kendisi de belki onun
oluşmasına, o yolla gerçeklik kazanmasına
hizmet etmektedir.
imge,
bilincin dışında da etkisi
altına alıyor/etkiliyor. imgenin altüst eden bir yanı var. /birden nasıl
oluyor sen yüreğimi elliyorsun/(c.süreya,üvercinka) dizesinde ‘yüreği
ellemek’ imgesi böyle bir imgedir.
insanı altüst ediyor. hele, öyle bir anı düşlemeyi bir deneyin, yüreğinizin
ellenmesi sizi ne denli etkiliyor!..imgenin bu çok somut olan işlevi bir yandan da yaşamı değiştiriyor.
ona, hiç kimsenin bakmadığı bir yerden
bakarak gerçekleştiriyor bunu. ‘yüreği
ellemek’ de bu durum açıkça görünüyor. kimin yüreği ellenebilir ki yaşarken?.. yeni bir bakıştır bu. o zaman
yaşam, bu açıdan yeniden kurulma olanağına kavuşmuş oluyor. örneğin, /laleliden
dünyaya giden bir tranvaydayız/ c.süreya,üvercinka) dizesindeki
durumun doğallığı içinde birden
bire çok yeni ve parlak bir
pencere açılıyor bu imge ile. dünya
hemen değişiyor ve yeni bir dünya kuruluyor.
o dünyada /sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor/(c.süreya,üvercinka). salt o dünyada değil /bütün kara
parçalarında/ afrika dahil/(c.süreya,üvercinka) yürürlükte olan yepyeni bir
düzen oluşuyor. bu yeni kurulan
düzen, ozanı, özgürlüğün sınırlarında
dolaşmaya zorluyor. o özgürleşmeyi yaşayarak gerçekleştiriyor tüm bunları. imge
onu, sanki kanatlarının üstüne alıyor
ve bir başka ülkeye, her şeyin çok daha farklı olduğu bir başka özgür ülkeye
götürüyor. bu ülke, bu ilişkiler, bu heyecan ve yürek çarpıntıları yepyeni bir
gerçekliğin ta kendisidir. imge bunu sağlayabiliyor. ve o yolla da yaşamın tükenmezliğinin altını birçok
kez ve kalın kalın çiziyor.
imge ile oluşan
bu dünyanın şiir olarak hiç görülmemiş yeni bir dili vardır. o dil, özgürlük alanıdır ozan için.
özgürlüğünü duyumsamamış olsa ‘yüreğin ellenmesi’, ‘sevişmenin yürürlüğe
girmesi’ biçiminde bir dil kurulabilir miydi? o dil, ozanın
özgürleşmesinin bir tür simgesi olarak
şiirin üstünde dalgalanmakla kalmıyor, kullanıldıkça (tabii okundukça demek istiyorum) yeni açılımlar getiren bir dil
olmayı da sürdürüyor.
ELEŞTİRİ GEREKLİ Mİ?
milliyet pazar ekinde ozan ülkü tamer’in
‘seçme özgürlüğü’ başlıklı bir yazısı çıktı. yazıda tamer şunları
söylüyor:
“edebiyat değerlendirmesinde nasıl nesnel
olunur, benim aklım almıyor.”
(......)”insanlara göre ölçüler değişiyor. bu
bir yana insanların kendi ölçüleri bile
değişebiliyor. bugün beğenmediğiniz bir yapıt , bir de bakıyorsunuz yarın başucu kitabı olmuş.”
“bir sanatçı dilediğini dilediği gibi yazar.
kimse kalkıp ona hesap soramaz. buna hakkı yoktur. beğenmemek, sevmemek,
eleştirmek hakkı elbette vardır. ama kendi adına konuşur. o yapıtı varsaydığı
kendi ölçülerine göre değerlendiremez.”
(milliyet pazar eki, 21.6.2001)
bu görüşler bize çok ters gelmiştir, onu belirtmek istiyorum.
ayrıca, da bu görüşler yanlıştır!..
1.
“edebiyat değerlendirmelerinde nasıl nesnel olunur, benim bunu
aklım almıyor.”
diyor tamer.
yani, “yazın ürünlerinin nesnel değerlendirilmesi yapılamaz!”
demek istiyor. nesnel değerlendirmeyi
“aklı almıyor”!.. usa aykırı bulduğunu söylemiyor ya, belki de bu
düşüncesinin altında yatan odur bilmiyorum? söylediklerinden de böyle bir sonuç
çıkmıyor.
yazın ürünlerinin nesnel değerlendirmesi yapılabilir mi acaba?
yukardaki düşüncenin temel sorusu budur.
roman, öykü, deneme, şiir vb.ürünlerin usla ilişkisi yok mudur ya da
çok mu azdır?
yazın ürünlerinin usla ilişkisi
ikinci derecede bir ilişki midir yoksa?
bu ürünlerin oluşturulmasında usun
gözönüne alınabilecek kadar bir etkisi, yararı yok mudur?
bakınca, ilk olarak bu sorular
dayatıyor.
belki daha birçok soru....
yazın ürünlerinin usla ilişkisi
pek önemsiz boyutta ise o zaman bu ürünlerin dayandığı ilişki duygu ilişkisidir. duygu, her kişiye göre değiştiği için onun
değerlendirilmesi de yapılamıyor. çünkü kime ilişkin ise ona özgü
oluyor; başkasını hiç mi hiç
ilgilendirmiyor tabii.
oysa yazınsal uğraş, salt
duygularla ilişkili değildir.
önce, algılama ve alımlama aşamalarında değildir. algılama
ve alımlama aşamalarında insanın
beş duyusu ile elde ettiği izlenimlerin
beynin ilgili merkezlerinde
depolanması gerekiyor. izlenimler
kişiye özgüdür. o izlenimler doğa ve
olaylar ile o kişinin duyu organları
arasındaki buluşmalarla elde edildikleri için
temellerinde nesnel doğa ve olaylar vardır. bu, o izlenimlerin nesnel
tabanlı olduğunu gösteriyor.
izlenimler, kişinin kültür ve bilgi dağarcığında bulunanlarla ilişkili
olarak biçim alıp beynin ilgili
merkezlerinde depolanmaktadır. kişinin bilgi ve kültür düzeyi sanatsal birikiminin, doğa bilgisinin, tarihsel
kavrayışının vb...vb. katkıları ile oluşur.
antonıo r.damasıo, dilimize descartes’ın yanılgısı adıyla
çevrilen yapıtında (çev.bahar atlamaz, varlık y., ist.1999, ikinci basım), “duygusal”ın
öznelliğinin duyu organları aracılığı ile alınan izlenimlerin, beynin
ilgili merkezindeki dantrit uçlarının buluşmasıyla ortaya çıkan somutluktan
oluşan imgelerle gerçekleştiğini; bu imgelerin yeni, değişik, benzersiz ve
etkileyici nitemler olduğunu söylüyor (s.106 ve devamı).
algının oluşmasıyla izlenimin
oluşması arasında nasıl bir ayrımı
olduğunu söyleyebilir misiniz bana bu açıklamalardan sonra?
damasıo,”düşünüyorum öyleyse varım!” diyen ve düşünmenin esas olduğunu;
yani usun esas olduğunu; usun bulunmadığı herhangi bir durumun var olmuş
olmayacağını ileri süren ve felsefesini
bunun üstüne oturtan descartes’e yanıt verir gibi “descartes’in yanılgısı” adını
vermiş yapıtına sanki, değil mi?
21.yy’a girerken çok yaygın
biçimde ‘duygusal zeka’ kavramını işleyen yapıtların yayımlandığını ve
bunların çok çok satıldığını bilmeyen kalmamıştır.
şimdi bu veriler karşısında,
nasıl oluyor da yazınsal uğraşın salt duygusal esaslara ve ölçülere
dayandırıldığını söyleyebiliyoruz?
düşünce ile duygunun
oluşmalarındaki ortaklığın böyle
açıklanması karşısında, yazın ürünlerinin nesnel olmadığını nasıl ileri
sürebiliriz? yazınsal ürünleri böyle alımlamış olsanız bile bu yaklaşım onların
“olmasa da olurdu” gibi bir bakışla değerlendirilmeleri
sonucunu getirmeyecek midir? bu
yaklaşım, yazınsal ürünler için yararlı
bir bakış mı olacaktır?
yazınsıl ürünler, örneğin şiir, hiç de öznel bir yapı oluşturmaz. çünkü
şiir, algıdan başlanarak yazılıp son
noktası konulana dek geçen tüm evrelerde
hep bilimsel bir açıklamaya olanak tanıyan bir yaklaşımın
ürünüdür. ben bu gerçeği yazılarımda çok kez yazdım, söyledim ve söylemeye de
devam edeceğim.
şiir, algılama aşamasında, doğa
ve olayların duyu organları aracılığı ile edinilmiş izlenimlerin beyinde
depolanması ve biçim almasıyla başlıyor. bu aşamada izlenimler diyalektik
ilişki içinde oluşuyor. yoksa, şiir ortaya çıkınca diyalektik noksanlıklar/yanlışlıklar üzerine
oturmuş bir şir olur ki bu o şiirin yanlış bir şiir olduğunu gösterir. o nedenledir
ki şiir diyalektik bir üründür denilmiştir.
izlenim ancak dil ile somutluk kazanıyor. tabii imge de öyle. beyinde
depolanmış bulunan izlenimin dil ile ortaya konulması şiirde seçme ve
yerleştirme aşaması olarak tanımlanmıştır, r.jakobson
tarafından. beyinsel bir uğraş sonucunda sözcükler içinden yapılan seçimlerle
oluşan sözcük kümesinin, aralarında kimi anlam ilişkileri, anlamsal derinlikler
oluşturulmak üzere yerleştirilme aşaması
da vardır. bu aşamaların
tümü usun damgasını taşıyor.
ayrıca, diilbilimin en yeni
verileri, bu seçme ve yerleştirme aşamalarında önemli ölçülerde
etkindirler. dilbilimin en yeni
verileri ise tümden beyinsel ürünlerdir ve usla ilişkilidirler.
şimdi, bu açıklamalar karşısında yazınsal değerlendirmelerin nesnel
ölçüleri olmadığını nasıl söyleyebiliriz ki?
anlamak olası değil!..
2. yazınsal değerlendirme ölçütleri kişilere göre değişmiyor. öznel
eleştirinin yaygın olduğu ülkemizde böyle bir saptama yapılabiliyor ne yazık
ki. şiiri bir bilim olarak gören
anlayışın (mehmet yalçın’ın ‘şiirin ortak paydası,
şiirbilim’e giriş, cumhuriyet ün.y.,no: 35, sivas, 1991, 307 s.’ adlı yapıtını
anımsatmak istiyorum.) gittikçe egemen olduğu eleştiri alanında artık
herkesin uymak zorunda olduğu ölçüler
var. bunlar bilimsel ölçülerdir
ya da bilimle açıklanabilen ölçüler...
bunları şöyle sıralayabilirim:
şiir,
diyalektik bir üründür.
şiir, yeni bir dildir.
şiir dili,
semantik bozulma esası üzerine oturmaktadır.
imge, sözcüklerle kurulduğu gibi seslerle de
kurulmalıdır.
şiirde anlam ve izlek önemli değildir. önemli olan neyin
söylendiği değil nasıl söylendiğidir.
tüm bu öğelerin estetikle ilişkisi
gözardı edilmemelidir.
işte bu esas ve ölçüler içinde yapılacak
eleştirinin/değerlendirmenin herkesi
bağlayan bir yanı vardır/olacaktır.
şiirselliği nesnel ve betimleyici bir yaklaşımla inceleyen üç ayrı yöntemden söz
ediyor mehmet yalçın şiirbilime
giriş’te:
a)yazınsal şiirbilim,
b)dilbilimsel şiirbilim,
c)göstergebilimsel şiirbilim.
yazınsal şiirbilim, tzvetan todorov’un şiirbilim
(poetique) adını verdiği yapıtında
esaslarını açıkladığı bir yöntemdir ve şiirle düzyazı arasındaki
ayrımları incelemektedir. dilbilimsel şiirbilim ise, dilin şiirde nasıl
işlediğini inceleyen ve bu konuda dilbilimin verilerinden sonuna değin
yararlanan bir yöntemdir. bu yönteme j.cohen, structure du langage
poetique adlı yapıtında ele
aldığı düzanlatımdan ayrılan sapmalar hakkındaki açıklamalarıyla önemli katkılarda bulunmuştur. roman jacobson’un şiirbilimin,
dilsel yapıların genel bilimi olan dilbilimin önemli bir ayrılmazı olduğunu
vurgulayan essais de linguistuque generale adındaki yapıtıyla bu alana önemli katkılarda
bulunmuştur. sırasiyle saussure, peirce, greimas ve diğerleri de göstergebilimin şiire önemli katkılarda bulunduğunu
açıklamışlardır.
bu açıklamalar şiirin nesnel
ölçüler içinde ele alınıp değerlendirilebileceğini göstermiyor mu?
şimdi bu veriler karşısında
yazınsal değerlendirme ölçütlerinin herkese göre değiştiği söylenebilir
mi?
3. tamer ilginç bir şey daha söylüyor: ”bir sanatçı dilediğini
dilediği gibi yazar. beğenmemek,
sevmemek, eleştirmek hakkı vardır. ama kendi adına konuşur. o yapıtı varsaydığı
ortak ölçülere göre değerlendiremez.” diyor.
yani, ‘eleştirmek bir haktır ancak eleştirenler bu hakkı kendi
adlarına kullanırlar’ demiş oluyor.
demek ki eleştiri yapan kişi kendi kendine ne
yaparsa yapsın, yaptıklarını kendi
adına yaptığını hiç unutmasın. bunları
başkalarına duyurmak istemesi, çizmeyi aşması
demektir ve buna hiç de hakkı
yoktur. çünkü sanatçı, dilediği şeyi, dilediği gibi ve dilediği biçimde söyler;
bundan ona ne?.. eleştirme hakkı onun,
kendi adına ve kendisi için kullandığı bir haktır; o kadar!.. hele onu
başkalarına duyurmaya kakmasını anlamak hiç mümkün değildir. eleştirilerini
başkalarına duyurmağa kalkması başlı
başına bir saçmalıktır, evet bir saçmalıktır, başka bir şey değil!.
bunları demiş oluyor tamer!.. öyle değil mi?
oysa bunları söylemeye hiç hakkı yoktur ve olmamalıdır!
eleştiri uğraşı’nı yukarıda açıkladım.
bu sözler belki de bir alışkanlık sonucu söylendi. böyle olmasını
umuyorum.
yoksa gerçekten inanmakta zorluk çekiyorum.
birkaç şey daha söylemek istiyorum.
eleştiri çalışmalarına tamer gibi
yaklaşmanın, ülkemizde çok önemli sonuçları olmuştur.
eleştiri gibi gerçekten zor, çok zaman alan
ve özel ilgi ve uğraş isteyen; sürekli olarak bilgi yenilenmesine gereksinim
olan ve bu özelliği ile de maddi yönden
önemli ölçüde yük getiren bir alanda çalışanların, diğerlerine göre daha
yeni ve daha çok bilgili olmalarının, eleştirilenleri karşı koymaya itelediğini düşünüyorum.
eleştirmenler böyle anlayışsız bir ortamda çalışmak zorunda
kaldıklarından giderek bu alandan
uzaklaşmaktadırlar. uğraş vermekte direnenler
ise birçok sıkıntıya göğüs germek zorunda kalmaktadırlar. bu durum
onların giderek bu alanı boşaltmalarını getirmektedir. bu durumda “bizde eleştirmen yok ki!” denmesinin anlamı var mı?
hiç sanmıyorum!..
birçok kez yazdım, toplantılarda da söyledim birçok kez.
bizde ozan olan eleştirmenler var. ozanların eleştiri yapmasını
anlamıyorum ben. çünkü bu durumda
ozanın, kendi şiirini açıklaması ve okuyucusuna “sen okuduğunu anlayamaz,
kavrayamazsın. o nedenle ben, şiirimden senin ne anlaman gerektiğini yazıyorum,
bunlara bakarak benim şiirimi anlamaya çalış, demiş olmuyor mu?
ozanlar ancak şiir konusunda denemeler yazabilirler.
deneme türü ile eleştiri türü arasındaki ayrımı bilenler, böyle yazıların ne getirdiğini çok
iyi bilmektedirler.
ha, bir şey daha yapılıyor kimi kez. hiç söylenmemiş laflar
söylenebiliyor. bu laflar etkin oluyor.
ve şiir için bir ölçüymüş gibi benimseniyor.
bir başka ozan grubu ise eleştirilerinde kendi şiirinden başka iyi şiir
olmadığını zımnen ortaya koymaya çalışıyor
bu eleştirileriyle. belki tam böyle denmiyor. ne ki söylenmek istenen
budur. böyle yazan oldukça ünlü ozanlar vardır. bunlardan eleştiri yapıtları olanlar bile vardır.
bu tutum hoş görülebilir mi?
bir grup ozan ise, şiir bilgisi
üst düzeyde olduğundan şiirini ve şiiri
evrensel bir çerçevede görebilmektedir. kimileri şiir konusunda yurt dışındaki güvenilir kurumlarda eğitim
görmüşlerdir. onların eleştirileri çok
ayrıdır. onlar ne kendi şiirlerinin propagandasını yapmaktadırlar ne de kendi
şiirlerini açıklamaktadırlar. onlar, evrensel bir yaklaşım içinde şiir olgusuna
giden yolu aydınlatan yapıtlar vermişlerdir. bu yapıtlarının önemli işlevleri
olduğunu herkes biliyor. ben kendi payıma bu arkadaşlardan çok şey öğrendiğimi
söylemeliyim. özdemir ince’yi nasıl unuturum?
bu grupta olanların şiirleriyle
eleştiri yazı ve yapıtları arasında hiçbir koşutluk duyumsatmadan
yazabilmelerinin önemli bir erdem
olduğunu söylemek istiyorum.
sonuç olarak;
eleştiriyi, kendi adınıza
gerçekleştirilen bir uğraş olarak anlamanın, o alanda ne kadar
kısırlaştırıcı bir etki yapacağını düşünmek zorundayız.
eleştirinin bulunmadığı bir şiir alanında, eline kalem alan herkesin bir şeyler söylemesi ve yazmasını “şiir
yazılıyor” gibi değerlendirmek belki de
deli saçmalığının bir başka türüdür, kimbilir?..
böyle bir ortamın çok uzun zamandan beri yaşandığı ülkemizde saçmalık
çıtasının oldukça aşağılara indirilmesinden ne umuluyor ki?
hele gelecek için?..
eleştirenlerin uğraşları
karşısında, ‘bunlar sizin kendi adınıza söyledikleriniz, yazdıklarınızdır
ve sizi bağlar!’ demeyin sakın!.. sanat ve kültür ortamı eleştiri ile
ilerler ve gelişir de ondan!
eleştirisiz bir alan yozlaşmaya o kadar uygundur ki!
tıpkı bugünkü türkiye gibi!...
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
* cemal süreya, sevda şiirleri, bütün şiirleri, can yayınları, ist.1990, s.38
** agy,s.322
Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.
Yazıların her haklı saklıdır.