BİR BATMAN’LI OZAN
Muhsin Şener
Selim TEMO, Batman’lıdır.
Batman, Güneydoğu Anadolu bölgesinin bilinen bir kenti. TPAO’nın tesisleri burada bölgenin en önemli devlet yatırımları olarak dikkat çekiyor.
Batman yeni illerden. İl olduktan sonra başına gelmeyen kalmadı!.. Sanki il olmasını istemeyen bir yaban el onun başına sürekli çorap örüyor....
Bir zamanlar gidilmesi, kalınması ve hele yaşanması çok zor bir yurt parçasıydı Batman. “Faili meçhul” diye anlatılan ölümlerin çok çok gerçekleştiği bir yurt parçası... Sokakta gezerken insanın kim vurduya girmesi işten bile değildi bir zamanlar. Bu öldürümleri yapanlar bir türlü bulunamıyordu. Aranıp aranmadığını bilmemiz tabii olanaksız... Ne ki çok sayıda öldürülmüş insanın katili yoktur ortada...
Öldürülenler erkekler arasından seçilmiştir.
Batman il olunca, o zamanki vali dışardan satınalınmış silahlarla halk arasında bir yerel milis gücü gibi bir güc kurmuştu. Bu gücün elindeki silahların bir bölümünün hala nerede olduğunun bilinmediği yolunda basında çok yayın yapılmıştır. Bu olayların geçtiği dönemin valisi halen merkezde bulunuyor...Vali bu konuda kimi açıklamalar yaptı ya bunlar kimseyi doyurmadı...
Batman, Hizbullah operasyonu olarak adlandırılan çalışmalar sırasında tekrar gündeme geldi. Olayın bura ile çok yakın ilişkisi bulunduğu ortaya çıktı. Hizbullah liderinin buralı olduğu ve TPAO işçisi olarak bu hareketin içine girdiği falan çok söylendi, yazıldı...
Ardından, Batman’da kadın intiharlarının yaygınlaştığı yazıldı. Bu, çok şaşırtıcı oldu. Konuya ilişkin birçok yazı ve araştırma yayımlandı gazetelerde.
Batman’ın başı hiç ırmadı, feraha çıkmadı... Sıkıntı çekmek sanki onun karakterinde vardı.
Ben, Batmanı Eğitim Bakanlığı Müfettişi olarak tanıdım. Birçok kez gittim. Bir gidişimde lisenin çevresinde askerlerin pür silah nöbet tuttaklarına tanık olduğumu hiç unutamıyorum. Silah ve eğitim!.. Ne var ki o zamanlar başka çare de yoktu. Bir nöbetçi öğretmene “niye öğrenciler arasında gezmiyorsun?” dediğimde bana “korkuyorum!..” yanıtını verdiğini hiç unutamadım!.. lise binası sanki yıkılıyordu. Hiçbir sınıfta sağlam kapı yoktu. Bütün kapıların alt kısımları ayak darbeleriyle parçalanmıştı. Öğrencilere sahip olmanın olanağı kalmamıştı.
Öğretmenlerin de öyle...
Okullarda eğitimin yapıldığını falan savlamak hiç olası değildi. TPAO’nun konukevinde kalmış olmak, her türlü gereksinmemizi oradan karşılamak bize güven veriyordu.
İşte size bir Batman resmi!..
Selim Temo burada doğmuş, burada okumuş; 90’lı yalların başından beri Ankara’da önemli bir ozan. Ah Tamara ilk şiir yapıtı ve 1995’te yayımlanmış, üç baskı yapmış; Kırgın Nehirler Meseli 1997’de yayımlanmış, iki baskı yapmış; Uğultu adlı son şiir yapıtı ise 2000 yılında çıktı.
Yukarıda, kalın çizgilerle çizmeğe çalıştığım Batman, Selim’in şiirinde boylu boyunca yatıyor. Şiirlerinin genellikle uzun olmasının, Batman’ın sorunlarının yoğun olmasıyla ilişkili olduğu düşünüyorum. Şiirlerin de bir özellik daha çok dikkat çekiyor. Batman’ın sorununun/sorunlarının, örneğin afişlerle arananların, ozanı çok ırgaladığını söylemeliyim. Belki insanların kalabalıklar halinde bulundukları yerlerde afişlerin bulunması onu rahatsız ediyor?.. Bu onun Batman ve Batman’lıya karşı duyduğu sevgi ve bağlılığın bir göstergesidir.
Ve tabii önemle altı çizilmesi gereken bir bağlılık...
Batman ve Batmanlı odağında tarihin ve toplumsalın ve tabii gelenekselin dayattıkları Selim’in tüm çabalarının tabanına yayılmıştır. Batman’ın içinde olduğu bölgede en az on yıl süren ve binlerce insanın ölümüne neden olan bölücü hareketin, bu yörenin hem kendi içinde hem de tüm yurt genelinde duyarlılığının sürekliliğini arttırmıştır. Gerek o coğrafyada yaşamanın ve gerekse o coğrafyadan olmanın insana yükledikleri bulunduğunu hiç yadsımıyor Selim. Üzülmediğini ise söylemek neredeyse olanaksızdır...
Selim yapıtlarının tümünde, söz konusu bu duyarlılığı, bütün boyutlarıyla ele alıp şiirin olanakları içinde irdeler. Siyasal ya da ideolojik böyle bir durumun, şiirin olanakları ile irdelenmesi üzerinde önemle durulmalıdır.
“ömrün”, “ölümün kuyusunda”, “rehin olması” ; “sevda”nın, “başka ömre bırakılması” ; “bütün garajlarda yüzünün traşsız olması” ; “baba adı”nın “Ömer”, “ana adı”nın “Kevok” olması; “esmerliği”nin “şüphe yaratması” ve ;
..........
.........
hepiniz yanlızlığıma
sığındınız tuhaftır
ölüleri toprak örtüyor hadi
sizi kim örtecek?
(Ah Tamara, s.13)
dizeleri o coğrafyadan ve o coğrafyanın insanından olmasının üzüntüsünü açık olarak ortaya koyuyor. Tabii etkililiği de hiç yitirmiyor.
kim-
liğim
eşkiyanın kente inmesidir
öyle aklıma geldi
bir göl gibi duruldum
(Ah Tamara,s.33)
adın Cemal ‘dir belki
belki Necmi
belki Osman
öyle özensiz yazılmış bir
kader ki
bu bile üstünkörü
yolağzında bekledin her
paydosta
gelip geçti kentliler
ve kimse benzetmedi seni
bir tanıdığına
(Ah Tamara,s.20)
alıntıları, yukarıda yaptığımız saptamayı doğrulayan örneklerdir..
ş
i i r i
I.
Selim’in üç yapıtındaki şiirlerin tümü Batman coğrafyasının, o coğrafyanın içinde oluştuğu, feodalizmden bir türlü çıkamamış tarihsel ve geleneksel yapıyı yansıtmaktadır. Feodalizmden bir türlü çıkamamış, çıkmayı istemekle birlikte bunun araçlarına bir türlü sahip olamamış; o nedenle de sürekli yalpalayan ve o konuda kendine destek çıkan siyasal tutumlara halk olarak doğrudan ve etkili bir biçimde yaslanmamış /yaslanamamış bir toplumsaldır bu.
Feodalizmden çıkamamış olan bir halk, uluslaşma sürecinin de dışına düşmüş demektir.
Batman özelindeki coğrafyada uluslaşma sürecinin tamamlanması gerçekleşememiştir. Yaygın ve derinlik kazanmış bir dil birliği kurulamamış; toplum, toprak ağalarıyla inanç ağalarının sarmalı altında ve içinde ne olduğunun, nasıl olduğunun bir türlü ayrımına varamadığı bir sömürü düzenini tüm ağırlığı ile omuzlarında taşırken bir yandan da doğal olarak halkın kendine yetecek genişlik ve derinlikte bir ekonomi oluşturulamamıştır.
Modernitenin nimetlerinden salt gösteri olarak yararlanılmaktadır. İletişim ortamı ancak 90’lı yıllarla birlikte yaygınlık ve derinlik kazanmıştır. İletişimin toplumun dönüştürülmesine hizmet edecek bir yapıda kullanılmasından çok uzak kalındığı, bunun çok uzun süreler alacağı ortadadır. Radyo ve tv’ler uluslaşmayı destekleyip hızlandırarak toplumsal dönüşümü sağlayan canlı araçlar olamamışlardır. Kendine yetemeyen ekonomi ise bu sürecin tamamlanmasına olumlu katkılarda bulunamamıştır.
Aslında bu coğrafyada en önemli sorun, uluslaşma sürecinin tamamlanmasıdır. Bu konuda gerçekten hiçbir dönemde planlı bir çalışma yapılmamıştır/yapılamamıştır. Siyaset ise en güçlü araç olarak üzerine düşen hiçbir görevi yerine getirmemiştir. Bu coğrafyanın varolan ve hala süren her tür feodalizmini siyasal çıkarı için sonuna değin kullanmaktan başka hiçbir şey yapmadı siyaset...
Bir yandan feodal kalıntılarla, bir yandan ekonomik yetersizliklerle ve bir yandan da inançsal baskılarla boğuşan bu coğrafyanın insanı Selim’in şiirinde tüm ağırlığı ile yerini almış bulunuyor.
Şu dizeler, tarihsel, geleneksel ve toplumsal yaşamın onun şiirine yansıyan yanlarının özetidir sanki:
yaşam ve ölüm
iki hasım şimdi
iki şupheli şahıs
her an birisidir
her an ikisi
Ah Tamara’ da, bu yaşananı somut çizgiler içinde ortaya koymaktadır. Orta bir yol yoktur bu tarihsel ve toplumsalda.Ya ölüm ya yaşam!.. Ölüm, kulak arkasına atılıp yaşamın keyfinin çıkarılması hiç hesapta yoktur. An, sorunudur yaşamdan ölüme geçilmesi.
Ne kadar ürkütücü bir durum!...
dört parçalı göğsümü
paletler çiğner hergün
yürür gider kirpiklerim
boyunca
ayak diplerime atılan
kardeşlerimin başları
taşırır yoksul gözlerimi de
inadına ağlamam
acılarım yaşadığımca ağyasam
bitecek değil
(Ah Tamara,s.9)
İlk iki dizede anlatılmakta olan durumun ozanda oluşturduğu tepki / yürür gider kirpiklerim boyunca/ dizelerinde yoğunlaşmış. Hemen ardından gelen durumun uyandırdığı tepki için de /taşırır yoksul gözlerimi/ dizesi kurulmuştur. Tepki duygularını anlatan bu iki dizenini aynı şeyleri anlattıkları gözden kaçmıyor. İkisinde de ağlamak söz konusudur.Ne var ki bu eylem iki değişik dize ile ortaya konulmuş ve iki değişik dil ile açıklanmıştır. Ve bu iki değişik aanlatımın oluşturduğu yeni dilin, bir izlenimin deneye dayandırılarak imgelemde bir somutluğu oluşturduğuna tanık oluyoruz. Bu yolla ozan ilk iki dizede söyledikleriyle üçüncü dizede söylediklerinin, bilincinde oluşturduğu öfkeyi ve tabii acıyı derin bir biçimde duyumsamamızı sağlayabilmektedir.
/dört parçalı göğsümü/paletler çiğner hergün/ ile / ayak diplerime atılan kardeşlerimin başları/ dizelerinde, anlatılanlara karşı duyduğu tepki ve nefret vardır.. Selim bu dizelerde bir düşüncenin eleştirisini dile getiriyor. Bir düşünceyi şiirde ele alıyor. Ne ki bunları yaparken şiiri hiç unutmamıştır. Onun için, tepkisini dile getirmek zorunda olduğu düşünce kadar, onun şiirle ortaya konulması da önemli ve değerlidir. Selim’in şiirinin anahtarlarından biri budur.
bir taş oynulor yerinden
biri adam güç bela öpebiliyor
sevgilisini
bir saz kırılıyor
bir civan uçuruma salıyor
ağırlığını
bir köprü uçuyor bakmaksızın
ellerim yanıyor kağıtta
ellerime ağustos yağıyor
durmadan
en çok baharları ağlıyorum
bir kanardağın bakısında
(Ah
Tamara,s.10)
Bu dizelerde ozanın şiirinin bir başka yanı var. Bir yığma biçem kullanıyor Selim. Buna sık sık raslarız şiirlerinde. Bu biçemi kullanan ozan az değil. Eskilerde de vardı bu. Hem de en ünlülerde..
Birçok sakıncası vardır bunun.
Önce, şiirin bir betim içinde kalması olasılığı doğar. Böylece şiirlikten uzaklaşılabilir. Eğer betim işlenebilmişse o zaman şiire katkı da yapabiliyor. Tabii buradaki işleme eylemi, ozanın şiire egemenliği ile ilişkili...
Selim, yukarıdaki dizelerde üst üste yığılan kimi durumlardan, kimi görünümlerden kimi etkilenmelerden söz ediyor. Bunların hepsi çok ölçülü bir biçimde konulmuştur dizelere. Herbiri ayrı ayrı ele alındığında dokundukları yaşam kesitlerinin somut kimi nitelikler olarak bize geldiklerini görüyoruz. Yaşam kesitlerinin, yaşamdaki kimi değişimleri içerecek bir biçemle sunulması ozanın kendi çabasından başka bir şey değil. Buradan bakınca, yukarıdaki dizelerde betimler halinde sıralanan yaşam kesitlerinin şiirsel bir yazınsallık içinde sunulmasının başarısını görüyoruz. Tabii burada da şiirin tabanındaki toplumsalın ve tarihselin yarattığı sıkıntılara duyulan tepki ve nefret açık olmada da tüm ağırlığı ile yerini alıyor. Alıyor ya, şiirden hiçbir şey de yitmiyor.
Tam burada mı, yoksa yazının sonunda mı söylemem gerektiğine bir türlü karar veremediğim bir şey daha var: Dikkat edilsin, Selim’in bu tepki ve nefret içeren şiirlerinde, öyle ayağa kalkılarak ve bağırılarak okunma havası hiç yoktur. Oysa bunlar, tepki şiirleridirler ve belki de tarihsele çok iyi yaslanmış şiirler olarak böyle bir okunmayı çoktan hak etmişlerdir. Ne ki Selim, dizelere şiirin dozunu o kadar dengeli olarak koyabilmiştir ki bu onun, şiiri zedeleyebilecek en ufak bir etkiyi bile hesap ettiğini göstermektedir. Tabii önemli bir emektir ve ustalıktır bu! Teslim edilmeli...
beklemek zamanı çoğaltmaktır
Tamara!
on beş şiddetinde bir deprem
ancak
taşırır yoksul denizleri
(Ah
Tamara,s.10)
Bir önceki bölümde ele alınan, bir adamın sevgilisini güç bela öpebilmesi, bir civanın kendini uçuruma salıvermesi; ağlamalar... durumlarının değişebilmesi ancak on beş şiddetinde bir deprem ile olanaklı görünüyor ozana göre. Oysa bekleyecek hiç de zaman kalmamıştır. Çünkü beklemenin zamanı arttırmak anlamına geleceğini düşünmektedir o.
Bu gerçeklileri Selim’e söyleten tarihselin ve yaşanmakta olan toplumsalın ta kendisidir. Zamanın beklemekle uzadığına çok tanık olunmuştur bu toplumsal ve tarihsel içinde. Beklemenin erdemi atasözlerinde kalmadı mı artık? Beklemekle ne zamandan beri hangi sorunumuz çözüldü ki?..
Bu gerçekliği Selim şiirine oturtmuştur.
Hiç te “yoksulluk” istismarı yapmıyor. Yoksulluk kavramını içerik olarak da biçim olarak da oldukça güçlendirerek taşıyor dizeye: / taşırır yoksul denizleri/ . “Deniz”, bir birikmişliği de içinde taşıyor. O birikmişliğin nitemi “yoksul”luktur. Bir mekanda birikmiş bir yoksulluktur sözünü ettiği. O yoksulluğun içinde bir önceki dizelerde verilenler ve daha birçoğu...vardır.
Bu dizenin önünde on beş şiddetinde bir depremden söz edilmektedir. Buradaki depremin şiddeti için kullanılan onbeş sayı sıfatı da çok şaşırtıcı gelmiştir bize. Ne var ki yoksul denizlerin taşabilmesi için böyle aşırı bir gücün olması gerektiği gerçekliğinin önemle altı çizilmesi gerekiyor. O yoksul denizlerin gerçekleşmesinde, denizleri oluşturan halkın rolü olmamıştır/ olamamıştır?.. Onbeş sayı sıfatı bunu anımsatıyor... Ancak böyle altüst eden bir yapısal değişim uyarabilecektir o yoksul denizleri.
Selim seçme ve yerleştirme işlemlerini çok başarılı biçimde gerçekleştirmiş görünüyor. Şiiri bunun en güzel örnekleriyle doludur.
Aşağıya aldığım şu dizeler, o yoksulluk ve yoksul toplumsalın ve tarihselin bir başka yanının ortaya koyuyor çok vurgulu bir biçimde ...
kanmayın böyle yeşil durduğuna
kana banmış bu toprağın
dokunun iniltiler ürpersin
soluğu yıkımlardan türemiştir
teri ateşten
dağ
hasret devşirir lekesiz bir
şafağa
gün
aşar zirvelerden
öğleye doğru koşar çocuklar
çıplaklıkları telaştandır
çağ
kovalar artlarından çünkü
el
değmemiş utancıyla
( Ah Tamara,ekinoks,s.14)
............
.........
............
.............Tamara
bir namlu ucundaki
darağacında
tepinir tepinir kesilmiş kuş
gibi içim
bıraksalar sulardım,
dallarına çıkardım yeşilken
şimidi savaşçılık oynar
içimdeki çocuk
artık hep ebe değil
ve oyunlarına almııyor
Beko’yu...
korkarak, üşenerek büyüyen Feyzo’yu vurmuşlar
ensesine ölüm sıkılmış, iki el
(Ah
Tamara,s.12)
Bu dizelerde Selim, kendi konumunu ortaya koyuyor. Zaten şiirin sondan bir önceki dizeleridir bu dizeler. “İçindeki çocuğun, artık savaşçılık oynadığını”, oysa bunda kendisinin hiç kusurlu olmadığını; o “darağacı” dedikleri “şey”in üstüne çıkıp oynayacağını, ona su bile verebileceğini; bu konuda o denli iyi duygu ve düşünceler taşıdığını; oysa şimdi hiç te böyle bir durumuda olmadığını... söylüyor. “Korkarak, üşenerek büyüyen”leri bile ensesine kurşun sıkılarak vuran bir toplumsal içinde kendisinin nasıl bir kusuru olabileceğini haykırıyor belki de... O nedenledir ki zaten şiir /yaşam ve ölüm/iki hasım şimdi/iki şüpheli şahıs/her an biriyim Tamara/her an ikisi,/ diye bitiyor. Bu dizelerle başlayan şiir aynı dizelerle son buluyor. Her an biri ya da ikisi birden olunmak bir yazı gibi, önü alınamayan bir yazı!..
birazdan başlar o bitimsiz
konçerto
ve doyumsuz sesiyle çağırarak
bariton
heval no
heval no ho...
(
Ah Tamara,s.12)
Bu dizeler Selim’in yakaladığı bir haykırışın şiiridir. Heval: kürtçede bir kötü haberi bağıra bağıra ağlayarak komşulara duyururken kullanılan bir sözcüktür. Selim bu sözcüğün içeriğini o denli dolduruyor ki birazdan başlayacak olan “konçerto” ile “heval” birbirleriyle ne kökence ne de içerikçe benzeşmedikleri halde bir arada ve aynı durumu anlatmak için kullanılmışlardır. Konçerto tanımlaması ile haykırma arasında salt sessel bir yakınlık var. İçeriksel olarak kurulacak bir yakınlıkta ancak bir tür şaka yollu anlatım yeğlenmiş olacaktır. Nitekim bu kullanımda da “heval no!..” diye haykıran kişinin/kişilerin bu feryadlarının dayattığı acı, ancak bu durumun bir konçertoya benzetilmesiyle hafifletilebilirdi. Bu yapılmıştır. O haykırışta yaşanan dram, çok iyi yakalanabilmiş ve şiire konulabilmiştir.
II.
Selim’in son yapıtı Uğultular adını taşıyor.
Uğultu, önce bir derinlik düşündürüyor. Sanki uğultu, bir derinlikle ilişkilidir ya da bir derinlik olmasa uğultu da olmayacaktır.
Sonra, bir dayatma geliyor, uğultuyla birlikte.. Bu dayatmadan yürünerek bir zorunlu benimseme söz konusu edilebiliyor...
İçinde yaşanılmakta olan bir iklim, bizi yapan, oluşturan bir iklim düşünülüyor uğultuyla birlikte.
Anlayamadığımız, kavrayamadığımız da zararlı çıkacağımızı düşündüğümüz durumlar için de kullanılıyor uğultu...
Belki de uğultularla tanımlanıyoruz? Galiba Selim de bu yolu seçmiş...
Tabii herkesin uğultusu ayrı, aynı hiç değil!..
hangi
uğultu
Yaşamın
uğultuları için ayrı ayrı şiirler yazmış Selim. Annenin,
babanın,sokakların, temmuzun,
ışıkların, gecikmenin, bekleyişin, kendinin, yeni bir şehrin, zamanın,
postmodernin....uğultusudur yaşamı
saran...
Birkaç örnek üzerinde çalışalım:
yenilmiş
bir orduydu babam,gündüz
gidilmeyen
yerlerden gece dönen masalcı
babam
suya benzerdi, eşiklerden usulca
ve
çekingen akan. fırınlar celepler..
ve
tütün çarşılarında telaşlı. gözleri
faylara
akandı babam. kedere batardı
babam
bir sömürgeydi. boyuna susku
taşırdı
mengenelere. elleri yoktu. yoksulluğun
isiydi
babam.
..........
.......
.......
.......
....ölü
yaşıtlarımın sesiyle güler
ve
budanmış dallar gibi umarsız
kendimi
düşürdüğüm şiirler: kartım bu!
ben
burada olurum. araf’ta
yeşil
ateşler kemirirken hayat ve ölüm
babam
hep benim babamdır
(babamın uğultusu,
s.10)
Baba kavramı, gelenekselle ilişkilendirilerek doğru bir içerikle konulmuştur yukarıdaki dizelere.
Babanın /yenilmiş bir ordu/ olması önemlidir. Çünkü baba kavramı bir başarının örneğidir.
Bu nitelik salt gelenekselde değil evrenselde de yerini almıştır. /gidilmeyen
yerden gece dönen/ yine babadır ki bu, onun gücünü ve kendine duyulan güveni ortaya kor. Çocuğun babasına
bakış açısıdır bu.
/babam bir sömürgeydi/
tanımlaması, tarihsel ve ekonomik kökenli bir yaklaşımın yansımasıdır.
Babanın kişiliğinde dile gelen sömürge olma durumu, söz konusu
coğrafyanın değil tüm geri kalmış/geri bırakılmış ya da gelişmekte olan
coğrafyalardaki babaların
nitemidir. İyi yakalanmış ve iyi
tanımlanmış bir nitem.
Bizim
işimiz, bu gerçekliğin yazınsala
yansımasında şiirin yitip yitmediğini
araştırmaktır.
Görüldüğü gibi şiir, çarpıcı bir söylemle
dipdiri duruyor.
Yukarıya aldığımız dizeler arasında Selim’in
kendini anlattığı ve /kartım
bu/ diye bitirdiği dizeler çok
ilginçtir. /babam hep benim
babamdır/ söylemi de bilinen, ne var ki bu denli dolu olarak hiçbir şiir tümcesinde yer almamış
sözler olarak karşımıza dikilmektedir.
“O, kim ve ne olursa olsun benim babamdır!”
Bu,
söz konusu coğrafyanın gelenekselliğini
yansıtan bir kesit ve o coğrafyanın insanına ilişkin bir
yaşam kesiti olarak şiirde yerini almıştır.
Baba atmosferi, başarı ile ortaya konmuştur.
Sonra, sözü edilen coğrafyaya derinliğine
yapılmış bir dalışla saptananların yaşananlarla ilişkilerinin dile getirildiği dizeler...
ve
esmerdiler çoğun ve yoksuldular.ve
...........
........
.........
...........doğaldır
bir halkın
kırılırken
ses çıkarması!doğaldır,devrim
gurbette.
hem ağlarken yüzünü kapatmayan
bir
kadın ne doğurur öpüldükçe? sorudur
dökülürken
yanlarıma; ah, Mezopotamya;
oralarda
birileri ölüyor mudur hala?
(Mezopotamya’nın uğultusu,s.17)
O coğrafyada, tarihin derinliklerinde de /halkın
kırıldığı/, o halkın /ağlarken yüzünü kapatmadığı/, özellikle kadınlarının /hep ağladığı / ve /öpüldükleri ve doğurdukları/ ....gibi
gerçekler yaşanmıştır ve hala da
yaşanmaktadır. Bu koşutluğu saptıyor Selim. Ve onu, hep yaptığı gibi bir şiirsel yazınsallık
içinde sunuyor; bu sunuş, hiç te tedirgin etmiyor. Ne ki uyarıyor ve
bilinçlendiriyor. O coğrafyanın tarihselliğinden kopulmadan konulan gerçeklerden biridir bu. Ve bu
gerçeklik, yaşanan bir başka iklim oluşturuyor.
Selim, şiiri unutmadığını ve hep onun odağından baktığını söylüyor:
..........
.......her
batında kendini doğuran
sanırım
şiir dişidir. bir nehir ağzı kadar
saydam.
ve boş bir eldivenin açlığıyla
dökülür bir türbedarın ellerine.
.......
.......
......
biz
ağan külleri mor kanyondaki düşlerin
biliriz,
sevinçtir paylaşılarak artan
tek
kalem. ve boş bir kağıdın ölümcül yüzü
(şiirin uğultusu,s.37)
Bu dizelerde şiire bakış açısını da
açımlıyor. Şiirin “dişi” olması,
“bir nehir ağzı kadar saydam” olması, yer yer ve zaman zaman da kutsalla
ilişkilenebilmesi yanında, /paylaşılarak artan tek kalem bir sevinç/
olmakla kalmayıp /boş bir
kağıdın ölümcül yüzü/ olarak
da hiç
unutulmaması gerektiğini söylüyor.
Şiirin
doğurgan bir sevinç
ürettiğini bildiği için ondan hiç ödün
vermemeyi de önemli bir ilke olarak korumuştur Selim.
yyy
Tarihten, gelenekten, toplumsaldan gelen
ya da onlara yaslanan neyi, niçin söylemek istediğini bilen bir şiiri var Selim’in.
Onun şiiri şaşırtıcı bir şiirdir. Buluşları
ve o buluşlarını şiirleştirmesi
karşısında hem düşünür hem de afallar
insan.
Benzersiz derinlikte bir şiir kurmuştur.
Bundan, şiir dilini iyi bildiğini
anlıyoruz.
Kolay kolay öykünülebileceğini sanmıyorum Selim’in. Çünkü o şiirini, derin köklere bağlamıştır. O kökleri bulmanın ve onun gibi anlamanın olanağı var mı?
Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.
Yazıların her haklı saklıdır.