ŞEVKET YÜCEL İÇİN
Muhsin ŞENER
Şevket
YÜCEL’i hastalığından ötürü yatmakta
olduğu Adana Balcalı Hastanesinde, 3 Şubat 2001 günü 05.00 civarında yitirdik. Anadolu’yu ve Anadolu insanıyla toprağını,
doğasını derin biçimde tanıyan ve kucaklayan bir Anadolu aydını, o ağır başlılığı ve kocaman mı kocaman
yüreğiyle geçti gitti dünyamızdan!..
Gerçekten de
yerini doldurmak olası değil!..
Çünkü onun gibi,
Anadolu’yu ve onun toprağını, insanını; o toprağın canlı ve cansızını çok iyi tanıyan, salt tanımakla da kalmayıp onları sımsıcak sevgisiyle bağrına basanı/ basabileni nereden
bulacaksınız ?
Kahramanmaraş’tan
hiç kopmadan, oradan hiç ayrılmadan; olgun ve kendisine özen gösterilmesi
gereken yaşta bulunmasına karşın, tüm sıkıntı ve eziyetlere direnen ve bu
direncini hiç mi hiç belli etmeden,
direncini duyumsatırsa yaşadığı toprağa ihanet edecekmişcesine özenli
davranan Şevket gibi bir halk
filozofunu nereden bulacaksınız da
yerini dolduracaksınız?
Zordur!..
Çok zordur!..
Şevket, Adana
Düziçi Köy Enstitüsü çıkışlıydı.
Ortaöğrenimini burada almıştı. Ali Yüce, O.Nuri Poyrazoğlu ile birlikte okudular. Köy Enstitülerinin toprağa bağlı
yanını hiç yadsımadı Şevket. Bir çaresizliğin sonucu değildir bu!..
Toprağa bağlılığın, onu anlamanın ve sevmenin sonucudur. Anadolu
toprağının bir sosyal yapı gibi insanı
yetiştiren yanının ayrımındaydı Şevket.
O toprağın “su su!..” diye sanki göğe ağzını açmış derin yarıklarının, içine dönerek kendi
kendine yetmesi sırasında edindiği
olgunluğu ve bir tür ermişliği anlamıştı
Şevket. Bu, onun giziydi. Onu öykülerinde anlatmış olması o gizi anlamaya ve kavramaya yetmiyordu. Bu yetersizlik onun anlatımının yetersizliği değildir. Anadolu toprağının gizini anlamakla ilişkili bir şeydir.
Bu topraklardaki
buğdayların iri başakları
olmayabileceğini; küçük, ne ki tıkız bu başaklardan dökülen sert ve
beyaz tanelerin ne olursa olsun ‘nimet’ olarak adlandırılmasının altında yatan
kendine yetme ve herkese de yardımcı olma anlayışının ayrımında olmuştur
Şevket. Bu topraklarda yetişen
eriklerin, ayvaların, elmaların, armutların....mis gibi kokularıyla ballı
tatlarının da o yarı kurak ve çatlamışlıktan yürüyerek geldiğini biliyordu
Şevket. Çimenlerin çok kısa bir süre için yemyeşilliği çevreye kucak kucak verdiğini ve hemen ardından
sapsarı ve kuru bir bozkır
bıraktığını yaşayarak öğrenmişti
Şevket.
Yerden bitme,
zayıf ve bakımsız, küçük görünümlü sığırların, bir avuç süt için gün kararana
dek bu çatlamış topraklar üzerinde bir
ot bulabilmek için neler çektiğini Şevket biliyordu ve tüm bunları yaşayarak öğrenmişti.
Sonra, o bir avuç sütü yoğurt, peynir, tereyağı ve
ekşimik...yaparken bu toprağın insanının neler çektiğini de biliyordu. Bu
insanın elini attığı her yerde ve her
işte çektiklerini yaşamıştı Şevket
de... Sonra, bu derin yarıklarla parçalanmış toprağın, kendi insanını nasıl
yoğurduğunu da yaşamıştı O!..
O derin
yarıklarla parçalanmış bozkırın yüzü
gibi insanının da yarık, yanmış
yüzüyle dünyaya meydan okuyan
zavallılığını Şevket, ta içinde duyuyordu.
Bozkır insanının güttüğü cılız hayvanların arkasında ve onlarla birlikte
süren ve gelişen yaşamını çok iyi biliyordu Şevket!..
Toprak
insanının yaşamını dışa vurma ustasıydı
O!..
Bunu, o insanın
kullandığı sözcükler ve kavramlarla yapıyordu. O insanın duygularıyla
yapıyordu. Doğanın diyalektik yapısına ve işleyişine hiç ters düşmüyordu bu
yaklaşımı. Çünkü o, iki yılanın sevişmelerini anlatan öyküsündeki gibi bu ilişkinin insanlarda da aynı yasalar çerçevesinde olduğunun ayrımındaydı
ve o toprak insanıydı. Her sabah Kahramanmaraş’taki evinin penceresinden, bahçedeki ağacın üzerine konan ve sevgilisini çağıran kuşu Şevket çok iyi anlıyor ve onunla
konuşurdu. Bu diyaloğun çok kişi için bir anlamı belki olmayabilirdi...
Ne var ki Şevket için bu, bir diyalogdan çok
ötede ve doğrudan doğruya bir yaşamdı; yaşamın ta kendisiydi!.. O bunu biliyordu ve kimi kuşların, kimi
yılanların, kimi eşeklerin, kimi köpeklerin, kimi de çatlak topraklar üzerinde biten
kurumuş çalıların ve küçük, ne ki ballı meyveler veren
ağaçların...bu yaşam savaşımının ayrımındaydı ve onlarla olan alışverişi us ve duygu birliği içinde yürüyüp gidiyordu.
Onun
Türkçe’yi kullanması da bir başkaydı.
Kökleri Anadolu toprağına dek uzanmış bir dili vardı
Şevket’in şiir ve öykülerinin. Onun Türkçe’si
Dede Korkut öykülerinde kullanılan
Türkçe’ye çok yakın duruyordu.
Kullandığı sözcüklerin sanki
elinizle tartabildiğiniz bir ağırlıkları,
gözlerinizle görebildiğiniz bir hacimleri, yüreğinizi kah burkan kah
köpürten, heyecanlandıran renkleri ve
içerikleri vardı. Onun sözcükleri somuttu. Her bir sözcük, sözdizimine girerken
o somut yoğunluğunu hiç yitirmiyor,
yanında götürerek katıldığı sözdizimine
de taşıyordu. Böylece onun öykü ve şiirlerindeki sözceler, tümceler elle tutulabilecek denli canlı ve somut
oluyordu.
Bu somutluk
Şevket’in dilini bir efsanenin ve belki
de giderek ortaya çıkan bir destanın dilinden ayıran önemli bir özelliktir.
Dilin sözcükleri ile
ortaya çıkan gerçekliğin,
somutlukla ilişkilendirilmesi çok uzaklardadır Şevket’e bakarak.
Böyle durumlarda hem sözcükler
hem de oluşuna yeni dil, bir
boyutluluk, bir çağrışımlılık
oluşturarak efsane ile destan arasında
gidip gelen bir türün ortaya çıkmasına yardımcı olmaktadır. Yaşar Kemal’in Çukurova
Türkçe’sine dayanan ve tabii somut
kavramlarla örülmüş ürünleri, böyle
yapıların en güzel örneklerindendir.
Orhan Kemal’in, değişmekte
olan sosyal yapının insanımıza
yansıyan yanlarıyla ortaya çıkan gecekondu insanının; kasaba -kent arası insanın
dili de böyle bir dildir. Ne var ki bu
dilin kavramları, Şevket’in diline çok daha yakın durur. Çünkü Orhan Kemal’in dili ve kullandığı kavramlar da somuttur
somut olmasına ne ki Şevket’in
sözcük ve kavramlarının boy verdiği,
kök saldığı toprakla ilişkileri üzerinde tartışılabilir. Bu kavram
ve sözcüklerin en azından bir
bölümü toprağa ilişkin
olmayanlardır. Bunlar kasaba-kentli ve
köylü karışımı olmaktan gelen bir yaşama yaslanmış ve oralara kök salmış sözcük
ve kavramlardır. Bu nitelikte bir dili
olmadı Şevket’in hiç. Olamazdı da... O,
toprak insanını yazdı çünkü.
Tam burada, Şevket’in
kurduğu dilin, çatlak ve kurumuş toprakla iç içe olan insanının buralardan gelen yaşamını dışa vururken oluşan bir dil olması,
onun insan açısından sığlığını mı getirmektedir acaba? sorusu kıvrılıyor...
Yaşar
Kemal, toprak insanını yazarak kurduğu dille bu maceraya çağrışımsal bir boyut verirken,
Orhan Kemal, tam değişimin göbeğindeki insanın köy-kent-kasaba sarmalındaki yaşamını dışa vurarak oluşturduğu
diline, o coğrafyadan gelen daha çok insani bir derinlik kazandırırken Şevket, bu ustaların kurmaca
dillerine hiç benzemeyen bir yol tutturarak doğanın diyalektiğini
anlamaya çalışmış, o diyalektikle
açıklanabilecek bir dil kurmuştur. Belki de bu iki usta ile Şevket
arasındaki en önemli ayrım bu noktada
toplanıyor.
Biraz daha
deşersek tabii Şevket’in, modernizmi
dışladığını falan söylemeyeceğim. O
modernizme gelmeden önceki basamaklar üzerinde durdu hep. Orada Anadolu toprağının insanla olan
ilişkisine büyütecini her yaklaştırışında bir başka macerayı görmüş ve o
maceranın tabanında toprağın ve o toprakla iç içe olan insanın,
öteki canlıların, cansızların yani
doğanın kendisinin ilişkilerinin
bulunduğunu ve bu ilişkilerin alt yapı
üst yapı kurumlarının oluşmasındaki doğallığa
yaslandığını hiç unutmamıştır.
Unutmak ne kelime, hiç göz ardı etmemiştir. Toprakla insan, insanla
öteki canlı ve cansızların ilişkilerini
hep bu açıdan görüp değerlendirmeye ve anlamaya, anlatmaya çalıştı
Şevket.
Dünyayı ve
üzerindeki ilişkileri böyle bir
doğallık içinde algılayıp
alımlamanın tabii modernizmi
temelinden kavramak anlamına geldiği unutulmamalı. Değişim ve gelişimi anlayanların bu değişim ve gelişimi alttan, tabandan başlatmak üzere kurdukları ve çalıştırdıkları Köy
Enstitüleri, Şevket’in yetiştiği
kurumlar olarak modernizmi en doğru
biçimiyle kavramanın ilk anahtarlarını ellerine tutuşturmuştu onun.
Doğayı ve onun üzerindeki insanı, canlıları ve cansızları bir bütün olarak kavramak ve bu
bütünlüğün altında yatan ‘ebedi ve değişmez olan’ın daima öne çıkarılmasına çalışarak modernizmi tam göbeğinden yakalamıştı. Gelenekseli
anlamak ve kavramaktan gelen ve onun üzerine kurulması gereken gelişim ve değişimin, yani yeninin, Şevket’in yapıtlarındaki sağlam tabana
oturması kadar doğal olan ne olabilir
ki?..
Onun
Kahramanmaraş’ı bırakamaması, içinde ağaçları olan, yeşilliği bulunan,
ağaçlarının dallarına kuşların konduğu ve birbirlerine serenatlar yaptığı bir
doğada yaşamak istemesindendi.
Topraktan, ağaçtan, yeşilden uzak bir yerde boğardınız Şevket’i. Onun
yaşaması ve yazması için toprağı ellemesi, meyveleri koklaması, bir kadeh
rakısını onlara bakarak, onları tutarak, koklayarak, duyarak.... yudumlaması
gerekiyordu. Böylece Şevket doğanın,
yapılandıran diyalektiğinden hiç uzaklaşmamış olacaktı. Ve tabii o da öyle yaptı.
Türkçe’yi neden tertemiz bir biçimde kullanarak gelebildi Şevket sanıyorsunuz?
Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.
Yazıların her haklı saklıdır.