ŞİİRE ÇALIŞIRKEN
Muhsin ŞENER
Kuantum
kavrayış, yeni
bir yaklaşımdır. Parça fiziği
de deniyor; yeni bir anlayış... Dünyayı ve şeyleri, ayrıntılardan bakarak konumlandırınca
çok ayrı bir tablo çıkıyor...İşiniz eteklerde dolaşmaktır artık.
Özün yitirilmesi de, yeterince önemsenmemesi de olasıdır. Modernizmin bütünsel kavrayışının tam karşıtı... O bütünsellik
içinde kamusala, toplumsala boğulmuş
bir insan hep ortadadır!..
Ne
ki eldeki bayrak özgürlüğü
simgeliyor!..
Kuantum
kavrayış, şiire nasıl yansıdı?
Şiir,
ayrıntılarda gizlenir, denilmiştir.
Şiir,
bu ayrıntı sevdası nedeniyle mi
kuantumla ilişkilendiriliyor?
80’li
yıllardan bu yana insanlık, ayrıntı
diyor da başka bir şey demiyor...
Ayrıntı
düşkünlüğü post kültüre yataklık
etmiştir / yataklık ediyor...
Her türlü
bilginin bir tür yorum olduğu
bilinirken, üstüne bir de parçalılık
binince yorum katlandı...Yorum,bilgiyi öznelleştirmiştir. Öznel
bilgi, bilimsellikle çatışmasını sürdüredursun...
Şiirin
bilgisi öznel bilgidir; varlıkbilimsel
bilgi değildir.
Sezgiye
dayanır ve yorum ağırlıklıdır.
Varlıkbilimsel
olmayan bu bilginin
dışavurumu diyalektikle
sürekli çatışma halindedir.
Şiir hammaddesinin kavranması ve dışavurumu ile oluşan
varlıkbilimsel, diyalektik olmak zorundadır.
Şiirbilim,
“Diyalektiksiz şiir olmaz!..” diyor.
Kuantum
kavrayış, Şiirbilimle çatışıyor mu yoksa?
İdeoloji-politika-şiir...
Dünyayı
ve şeyleri kavrama ve açıklamada yaslanılan/
bağlanılan düşüncenin
şiirle doğrudan iilişkisi
var. O kavrayış, şiir hammaddesini anlama ve alımlamayı belirliyor. Yeni
varlıkbilimselin şiir olarak dışavurumu,
ideolojisini ta tabanında bir ayrılmaz
olarak taşıyor.
Her iki
durumdaki varlıkbilimselin toplumsalda bir
uygalıyım biçimi var. Pratiğe olduğu gibi yansıyan
bir varlıkbilimseldir bu. Onun okunması,
tabanında taşıdığı ideolojiyi
deşifre etmek demektir.
İdeoloji
politikayı, politika da ideolojiyi belirliyor.
Bu, şiir
için de böyle.
A.İlhan’ın,
örneğin Duvar’ı (Dost y.,Ank.1959,2.baskı,s.8), “Tek
parti diktasının faşizan baskılarından“ süzülüp geliyor. Yapıttaki
şiirlerin önemli bir bölümü ulusala, toprağımıza,
insanımıza ilişkin...
Gavurdağları, Cebbar oğlu Mehemmet, Harp Kaldırımındaki Aşk Şiirleri....
gibi tanımlamalar bunun güzel örnekleri...
Bela
Çiçeği, (Ataç Kitabevi, İst.1962)
ise
başka yerde durur. İdeolojinin sözü bile edilemez onun yanında.
Tamamen insansal bir yerden ses getiren iyi çalışılmış şiirlerdir onlar.
Bu şiirlerde ideoloji-politika içselleştirilmiştir.
asude
yaz akşamında çamlıca’nın
derunumdaki
hala o mahur şarkıdır
(mahur sevişmek,s.83) .
Bela
Çiçeği için, “Orient Expres’le bu kitap bütün bir modernizmin özeti
gibidir (
H.B.Kahraman,Türk Şiiri Modernizm Şiir,s.32)
gibi bir yargıya varılamayacağını
düşünüyorum. Modernizm ile bu yapıtın ilişkilendirilmesi belki olasıdır,
kimbilir?.. Ne ki yapıt, “bütün bir modernizmin özeti olabilecek” bir
yapıt olarak çıkmıyor karşımıza... En azından, böyle bir nitelik belirgin
değildir.
Bir
şiir yapıtının modernizmin
özeti gibi olması, o yapıtın
örneğin, Rimbaud ile gelen dönüşüm ve değişimlerin içselleştirildiği
bir yapıt olmasıyla mümkündür diye düşünenlerdenim ben. Yoksa, Oriend
Express’te anlatılan öyküden ya da o öykünün kahramanlarının ilişklerinden,
davranışlarından ötürü
o yapıta modernizmin özeti gibidir
denilemiyeceğini sanıyorum!..
Sonra,
modernizmin bir şiir yapıtı ile tanımlanabilmesi bence hiç olası değil.
Çünkü şiir, ne-neyi
söylediği ile
değerlendirilemez!...Şiirde, şu ya da bu konunun ele alınması, modern olması
için ölçü olamaz!..
Şiir,
önce biçimselliktir!..
Kahraman,“A.İlhan’ın
zihinsel olarak Marksist ve şiirinde maddeci olduğunu”
(agy.s.32)söylüyor. Oysa, Böyle Bir Sevmek (Bilgi y.,Ank. 1977)’te Sana
Ne Yaptılar? (s.11), Sakın Ha (s.14) adlı
şiirlerde A.İlhan, son derecede tavırsız
duruyor. Bir saptayımın ötesinde
herhangi bir çabası yoktur, olmamıştır. İlk Kelepçe (s.17)’de
daha çarpıcı görünmekle birlikte hiç de söylediğimize ters düşmüyor.
Ta ki şiirin
/istediğim yoksullara avuç avuç özgürlük/ ortaklaşa çalışıp
ortaklaşa yiyebilmek/ (s.19) dizelerine
gelinceye dek!..
Bu
dizelerdeki nedir?.. Bir özlem midir? Bir “zihinsel marksist yapı”yı mı
göstermektedir?..
Hiç
sanmıyorum!..
Öteki
şiirlerinde böyle bir yapının
hiçbir ipucu yoktur; bulunmuyor. Sanki bu dizeler durup dururken düşürülmüş
gibidir. Dayanakları ve inandırıcılıkları da yoktur, konamamıştır şiirin
içine.
Varsağı
(s.49), (47) dizelik bir şiir. Baştanaşağı
bir yiğitliğin seslendirilmesi. Bir yiğitliğe duyulan özlem!.. Bunun
içinde kan akıtmak, kelle
kesmek...(!) de var... Böyle bir anlayışın
hangi nedenle olursa olsun şiire konulması,
/yoksullara avuç avuç özgürlük / ve ortaklaşa çalışıp ortaklaşa
yiyebilmek/ le nasıl açıklanabilecektir?
O
nedenledir ki Kahraman’ın bu bakış
açısı doğru değildir. Bu, belki de onun A.İlhan’a olan bağlılığından geliyor...Kahraman’ın Beyazlar
Kirli (Kavram
y., İst.1989) adlı
yapıtında bunun yanıtı var galiba? (s.28 ve ötesi.).
Defter’de,
Levinas’tan Sartre’a
öznellik açısından
bir bakış yer alıyor ( Sonbahar 2000 sayısı).
Bu,
tabii başka bir konu. Biz şiir üzerindeyiz
ve burada Sartre’ın Edebiyat Nedir?’i geliyor gündeme (de
yayınları,İst.1967).
Edebiyat Nedir?’i
unuttuk nerdeyse... Bizde ilk kez (33) yıl önce yayımlanmış. Şimdi yapıtın
adını bile anımsamak zor!.. Sartre adını genç okuyucunun n anımsayacağını
sanmıyorum.
/Ozan
-sözcük -konuşan insan – nesne/ biçiminde
formüle edilebilecek bir durumdan söz eder
Sartre. “Onlar” der, ozanlar için, “dünyayı adlandırmayı akıllarından
bile geçirmezler ve gerçekten de hiçbir şeyi adlandırmazlar. Çünkü
adlandırma, adlandırılan şeyin feda edilmesini gerçekleştirir.”
“Ozan
ki konuşmaz, susmaz da!.. Bambaşka bir şeydir onların yaptığı: Sözcükleri
birer nesne gibi gören tutumu seçmektir. Konuşan kişi
konuşurken kullandığı sözcükler tarafından kuşatılmıştır.”
diye
de ekler.
“Şiirsel
sözcük, küçük bir evrendir. Ozan bu küçük evrenlerden bir tümce değil,
bir dış görünüş oluşturur. O, bir nesne yaratmaktadır. O nesne-sözcükler,
tıpkı renk ve sesler gibi aralarındaki
uygun ve aykırı sihirli çağrışımlarla bir araya gelir, birbirlerini çeker
ya da iterler, tutuşup yanarlar ve bir araya
gelişleri ,nesne-tümceyi yani asıl
şiirsel birliği meydana
getirir.”
“Hiç
kuşku yok ki , şiirin temelinde heyecan, hatta tutku, öfke, toplumsal kızgınlık,
siyasal nefret vardır.”
“Kalemi
almak üzere elimi uzattığım zaman , bu davranışımın ancak belli
belirsiz, kaypak bir biçimde bilincine varırım. Gördüğüm şey kalemdir.
Oysa bu ereğim yüzünden (kalemi alma isteğim yüzünden) yabancılaştırılmış
olmaktayım. Şiirse bu ilişkiyi tepetaklak eder. Dünya ve eşyaler ikinci
plana geçer, kendi kendinin ereği
haline gelen edim için birer bahane olurlar...”
“Vazo
içine çiçek korken bir genç kızın zarif bir davranış göstermesi için ;
“Truva
savaşı, Hektor ile Achilleus’un yiğitçe kavgaya tutuşabilmeleri için;
vardırlar.”
Demek
ki şiir, sözcüklerle/ tümcelerle ortaya konulan ve onların dış görünüşleri
demek değildir. O görüntü bir “yabancılaşma”yı gösterir,
anlatır.
Ozan
da anlatmaya, açıklamaya ya da öğretmeye kalktı mıydı şiir düzyazılaşır;
bu anda davayı yitirmiştir. Bütün
bunlar karmaşık, karışık, ama
sınırları iyice belli yapılardır.
Örneğin...İkinci Yeni Kuşağı var mı?
Şiirimiz
için zaman zaman “40 Kuşağı, 50
Kuşağı, 80 Kuşağı... “ gibi tanımlamalar
yapılıyor. Şiirimizde gerçekten bir kuşak var mı ya da olmuş mu? Belki
soruyu şöyle de sormak gerekecektir: şiirimizde bir ekol olmuş mudur? Bir
ekol tanımlaması yapılabilir mi?
İlk
bakışta bu iki sorunun birbirinden ayrı şeyleri içerdiği sanılabilir.
Oysa biraz düşünüldüğünde hiç de öyle olmadığı hemen anlaşılıyor.
Kuşak,
“bir bilim veya sanat kolunda ayrı nitelik ve özellikleri bulunan yöntem
veya akım, ekol” (Türkçe
Sözlük,2.Cilt,s.1102,TDK y.,Ank.1988 yeni bası) olarak tanımlanıyor.
Bir tarih dilimi içinde felsefesi,
bilim ve tarih anlayışı, şiiri, romanı ve dünyayı kavrayışıyla
kendinden öncekilerden belirgin çizgilerle ayrılan bir
düşünce çevresinde toplananlar için kuşak ya da ekol,okul kavramları
kullanılıyor.
Tanımı
yapılmış ve işlenenen bir düşüncenin
kuşak oluşturulmasında yapıcı ve
kurucu bir ağırlığı bulunuyor. Kendinden öncekilerden belirgin çizgilerle
ayrılma olanağı bulunmayan bir düşüncenin kuşak oluşturması beklenemez.
Kuşaklıktan ne kadar söz edilirse edilsin
hiç önemi yok. Kuşak
olmanın ayrımı böyle
belirginleşmiş bir düşüncenin varlığıdır.
Salt
düşüncenin varolması da yetmiyor.
O düşüncenin şiire, romana, öyküye, tarihi anlamaya ve yorumlamaya,
toplumsalı ve dünyayı kavramaya olan etkilerinin de
dipdiri olması gerekiyor. Yeni yapıtlar halinde işlenmesi ve ortaya
konulması bekleniyor.
Dünyada,
özellikle Fransa’da bu konuda
çok sayıda örnek vardır. Örneğin varoluşçuluk...Bu akım
kendi çevresinde oluşturduğu felsefe yapıtlarıyla, romanlarıyla, şiiriyle,
öyküsüyle, tarih yorumu ile bilimsel yapıtlarıyla koskocaman bir kuşak oluşturmuş,
Sartre’la zengin bir dünya
kurulmuştur. Aynı düşünce dünyanın değerlendirilmesinde de egemen olmuş
ve örneğin Vietnam Savaşı nedeniyle ABD yargılanmış ve Sertre’ın başkanı
olduğu mahkemece mahkum edilmiştir.
En
yeni düşüncelerden biri de yaşadığımız postmodernizm değil mi?
Bu
düşüncenin Lyotard, Habermas....gibi kimi temsilcilerinin Türkçe’deki
yayınlarını izlemekte zorluk çekiyoruz
artık. Bu düşünce çevresinde kurulan tarih
anlayışının Tarihin Sonu mu? adlı
dev yapıtıyla Fukuyama tarafından
temsil edildiğini unutmak olası mı?
Şiirin
ayrıntıda aranmasının çok
belirgin örneklerini hemen her yerde ve her zamanda
görüyoruz. Postmodernizmin şiire yansıyan temellerinden biridir bu düşünce.
Mehmet Uzun’un romanlarında
işlediği temalar bu alanla
doğrudan ilişkili temalardır.
Hemen
anlaşılacağı gibi ilkeleri ve
esasları saptanmış ve yazılmış bulunan
sanat ve felsefe hareketlerinin okul olarak adlandırılması böyle
oluyor.
Şimdi,
bu tanımlama ve açıklamaların
ardından bizde örneği İkinci
Yeni Kuşağı, 50 kuşağı, 70 kuşağı,
80 kuşağı.... gibi bir tanımlama yapılabilir mi ve böyle bir şey gerçekçi
olur mu? sorusuna gelelim.
Önce
bu tanımlamaların kolaylık olsun
diye yapıdığını söylemek istiyorum. Örneğin bir 50 kuşağı denildiği
zaman bu kuşağın felsefesinin ele alındığı ve işlendiği yapıtlar
yoktur. Belirgin bir düşünce biçimi
de yoktur. Yani kendinden önceki düşüncelerden
belirgin olarak ayrılan bir düşürnce biçimi yoktur ve hiç de olmamıştır.
Salt bu tarih dönemi içinde (örneğin 1950’den başlayan bir on yıl) yazılmış
şiirler vardır. Bu şiirlerin dayandığı
bir düşünce biçimi yoktur; öyle, düşünülmüş-taşınılmış
bir düşünce üzerine oturmuş değildirler. Yine bu tarih dilimi içinde
yazılmış romanların, öykülerin de savundukları belirginleşmiş ve
tanımlanmış bir düşünce ile
hiçbir yakınlık, ilişki de
yoktur. Ayrıca tarihin
yorumlanmasında da bu tanımlanmamış düşünce biçiminin herhangi bir izine
raslanamaz. Dünyayı kavrama ve yorumlama konusunda çok üst düzeyde bir
yaklaşım benzerliğinden belki söz
edilebilir. O da Türkiye’nin uygarlık değiştirmiş olmasıyla ilişkilidir.
Örneğin modernizmin yaşanmasından
etkilenen bir yaklaşım biçimi seçilmiştir.
O kadar...
Bu,
kuşak ve okul kavramları bizde, daha çok
İkinci Yeni için kullanıldı.
Oysa
İkinci Yeni hiçbir zaman
bir okul olmadı; bir kuşak oluşturmadı.
O tarih dönemi içine girenlerin yazdıkları şiirlerden çokça söz edildi.
Ne ki bu şiirlerin dayandığı düşünce yapısı
ve felsefesi üzerinde hiç mi hiç durulmadı. Böyle bir istek de
ortaya çıkmadı. Bu, ne demektir? Şu demek sanıyorum: bizde böyle okul
olmak ya da kuşak oluşturmak öteden
beri bir raslantıya dayanıyor. Bir
bilinçli düşünce hareketi halinde gelişmiyor. O nedenledir ki
bir tarih dilimi içinde yazanlar
unutulup gidiyorlar. Onların getirdiği ve savundukları bir düşünce
olmadığı ve o düşüncenin
bireyi ve toplumsalı etkilemesi
söz konusu olmadığı için bu
yapıtlar unutulup gidiyor. Tabii kuşak oluşturmadıklarından
ya da okul kurmamış olduklarından
bunca emek boşa harcanmış, boşa gitmiş oluyor.
Öte
yandan, tıpkı
moda gibi gelip geçen zaman
içinde yazılmış şiirlerin
dayandığı bir düşünce ve felsefe
olmadığı için şiirin,
insanın yaşamının bir döneminde gelip
geçici bir merak olarak anlaşılması ve öyle değerlendirilmesi bizde ne yazık ki
çok yaygın. “Bir zamanlar biz de şiir yazardık!” gibi bir
özlemi yansıtmaktan öte hiçbir
anlam taşımıyor onca emek onca çaba!..
Eğer
şiir böyle bir doğal merakın
uzantısı olarak yaşamımıza bir dönem
giriyor ve sonra tüm etkileri ile
birlikte unutuluyorsa o zaman
şiirin, hiç üzerinde durmaya deymeyeceğini söyleyebilmeliyiz. Çünkü
o geçici bir hevesten başka bir şey değildir!...O heves bitince, şiir de
bitiiyor demek ki!..
Ne
ki gerçek hiç de böyle değildir!
Şiirin
bizde böyle anlaşılıp alımlanması onu
bilmediğimizi, öğrenmediğimizi; öğrenmek de istemediğimizi gösteriyor.
“Bence,Türkiye’de
80’li yıllarda ortaya açıkmış bir ekol var”
(80 Sonrası Şiirimizde Yeniliikçilik, Adam Sanat, Kasım 1994 sayısı,s.
51) Turgay Fişekçi’nin yönettiği
ve Enis Batur, Roni Margulies, Mehmet Yaşın’ın katıldıkları
tartışmada bu sözleri Roni söylüyor. Hiçbir dayanağı yoktur
bu sözleri söylerken.
Dergi
orada duruyor bakın. Ekol/kuşak için yapılmış
açıklamaların hiçbirisine uygun bir temel,esas yoktur bu düşüncede.
Rasgele söylenmiş bir düşüncedir bu.
Aynı
tartışmada Mehmet Yaşın “
80 sonrası şiiri kadar çok ve çeşitli bir arayış hiç olmadı”
diyor(s.56). 1980-1990 arasındaki
tarih dineminde yazılmış şiirlerin bir arayışın ürünü olduğunu
söylüyor Yaşın. Ne ki bu o şiirin
bir ekol olmasını getirmiyor,sağlamıyor. Çünkü bu bir arayıştır
daha. Arayışın bittiğini düşünsek bile ki böyle bir durumdan söz
edilmiyor, bu dönemin şiirinin ekol olabilmesi için felsefesinin, tarih ve dünya
anlayışının işlenmesi bu anlayışın romanlarının, öykülerinin ve
bilimsel yapıtlarının olması gerekmektedir. Böyle bir şey yoktur.
Öyleyse
nasıl olur da bu dönemin şiirine bir ekoldür denir?!.
Kaldı
ki 80 Sonrası Şiirin değerlendirilmesi
sırasında Enis Batur “ Çağın
başında yenilik öyle yıkıcı bir boyuta ulaştı ki Dünya Şiiri aslında
çok da yeni olmayan bir biçimde yol aldı” (s.57), demektedir. Bu şiirin
bir yenilik şiiri olduğunu bile söylemek olası görünmüyor. Enis
Batur’un bu değerlendirmesi yenidir
ve değişiktir. Dayanakları vardır. O dayanaklar önemlidir.
Başa dönersek, özellikle şiirimiz için bir okul olmaktan, kuşaktan söz etmenin olanağı bulunmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü kolaylık olsun diye yapılan 50 Kuşağı, 70 Kuşağı, 80 Kuşağı ... gibi bölümlemeler hep bir düşünsel tabana dayanmadan yapılmış bölümlemelerdir. Onlara kimi kez kuşak demek ya da okul olarak bakmak hiç de inandırıcı olmuyor.
Adorno’suz olmuyor...
Adorno’nun
düşüncesini devindiren ana kavramların
başında yer alıyor diyalektik.
Diyalektiğin
bir “sınırlılık ve temkinlilik olmadığını”n altını çiziyor
önce. Özellikle temkinliliğin,
olanakları ölçülü ve tedbirli bir biçimde kullanma gibi bir sonucu
getirmesine ve buradan yürünerek de timkinli olunmasına
karşı çıkar.
Bu
düşüncenin altında diyalektiğin yadsınması
vardır. Adorno’nun diyalektiği
doğru anlamak gerektiğini vurguladığı
açıktır. Diyalektiğin, alt yapı ile üst yapı arasındaki ilişkide görülen
ve somutluğu yapılandıran özelliğini
öne çıkarmak ister.
Ali
Akay, Kavramın
Sınırlarında adlı yapıtında (Bağlam y.,İst.1998),
Adorno’nun diyalektiği ‘bir tumturaklılık olarak’
gördüğünü söylüyor( s.8).
Gösterişlilik, haşmetlilik, debdebe, görkem, ihtişam, şatafat,
tantana, gözalıcılık... gibi anlamları olan tumturaklılık,
diyalektik kavramı ile ilişkilendirildiğinde
temkinlilik’in getirdiklerini anımsatıyor. Diyalektiğin
devindiren ve tabii bu yolla değişime
açık tutulan kapısı, böyle niteliklerle kapatılmamalıdır. Bunun, önemli
bir algılama olarak altı çizilmelidir.
Bu
kavramların çizgisinden yürüyen düşüncenin,
er ve geç bir gizeme alnını
vurması ciddi bir olasılıktır. Oysa diyalektik
ilişki, hiçbir gizeme açık olamaz. Herşeyin açık ve ortadadır
orada. ‘Muhayyel bilgi olamaz’ ( Minima Moralia,s.247) derken,
aslında buna işaret eder. Hegel’in ‘salt insana özgü’ diye tanımladığı
tin’e ilişkin (Türkçede ruh,can,tin; Latince’de anima,spiritus;
Almanca’da; gemüt; Fransızca’da esprit; Yunanca’da psike;
İngilizcede geist ) bir bilginin gerçek bilgi olamayacağını söyler.
Çünkü gerçeklikle düşünce arasında
oldukça küçük bir aralık vardır. Pozitivizm bu aralığı daha da
daraltmıştır. Biz buna, düşünce ile gerçek hemen hemen aynı şeydir diye
bakabiliriz. Pozitivizm, gerçekliğin bir tür yansıması değil midir?.
Adorno,
‘egemen düşüncenin özdeşlik düşüncesi olduğunu’ söylüyor.
İnsan, kavramlarla düşünceler arasında
özdeşlik kurmaya başlayınca,
doğaya egemen olmaktan başlayan ve giderek toplumsala da tahakküm
etmeye kadar yayılan zarar verici
bir düşüncenin oluşmasına
gelinebiliyor. Faşizan yaklaşımların
tabanındaki düşünce mekanizması budur.
Eleştirel
felsefe özdeşlik dışına taşarak nesne
ile kavram arasındaki çelişkileri günışığına çıkarmaya çaba
harcar. İnsanın, kendini öne çıkarmak
ve nesneye yenilmediğini göstermek
üzere çoğu kez ‘muhteris’
olduğunu ileri sürüyor Adorno. İnsanın
nesneyi ve giderek doğayı değiştirme yeteneğinden yoksun olmasının
bu kifayetsizlikle birleşmesi sonucunda ortaya
bir ‘kifayetsiz muhteris’in çıkabildiğini belirtiyor (Minima
Moralia,s.223). Tarihte
‘kifayetsiz muhterisler’ o kadar çok ki!.. Bu kişilerin
ihtirası kimi kez Roma’yı yakmış, kimi kez tüm Avrupa’yı kana bulamış,
kimi kez Erzurum dağlarında binlerce askerin ölümüne neden olmuş!..
Yalıtılmış
diyalektik yeni bir kavramdır.
Yalıtılmışlıkla
diyalektik arasında nasıl bir ilişki kurulabilir ki?
Hangi nesneden ve hangi biçimde olursa olsun yalıtılmışlık
diyalektik değildir, olamaz!..Yalıtılmışlığın diyalektikle ilişkilendirilebilmesi
için o yalıtıklılıktan
kurtulması gerekiyor. Olabildiği
kadar yalıtılmış bir diyalektik ilişkinin insana da bir tür nesne gibi
davranmayı ya da insanı da doğadaki
öteki varlıklar gibi görerek
bir kuşa, ağaca, taşa.... davrandığı gibi davranmayı
hoş görmesi kadar acıtıcı ve incitici bir şey
olabilir mi?
Nesneyi
öne çıkaran anlayışın maddenin,
çıkarı, ikiyüzlülüğü ve duygusuzluğu örttüğünü
söylemek zorundayız.
Adorno’dan
kimi ipuçları...
Bunları
tutun ve izlerini sürün...Yanılmadığınızı göreceksiniz...
Adorno, sınırsız, doğal, tumturaklılıktan
uzak, basit ve çıplak, nesne ile kavram arasında
doğal ilişkiyi arayan, yalıtık olmayan....diyalektiği tanımlıyor;
düşündürüyor.
Onsuz
bir yaşamdan söz edilemeyeceğini vurguluyor.
Beynimizin
kıvrımlarında dolaşarak düşüncenin
üstüne oturduğu denklemi doğru olarak saptamaya çalışması Adorno’yu, olmazsa olmazlardan yapıyor.
muhsinsener@superonline.com
Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.
Yazıların her haklı saklıdır.