defa okundu
muhsin şener
george
thomson’ın dilimize cevat
çapan tarafından marksizm ve şiir (verso y.,
Ank. 1987) adıyla çevrilen yapıtı, şiir konusunda bir
referanstır.
ingiliz şiiri üzerine kurulmuş bulunan
yapıt, evrensel bakış açıları da
getiriyor.
yapıtın“gelecek” başlıklı
bölümünde katılmadığımız önemli görüşler var; bunların irdelenmesi
gerektiğini düşünüyorum:
1.
“.....bizim
şiirimiz öylesine bireyselleşmiştir ki, kendini besleyen kaynakla bağını
koparmış, kökünden kurumaya başlamıştır” diyor thomson
(s.72).
sözünü
ettiği şiir ingiliz şiiridir.
ingiliz şiirinin “bireyselleştiğini” söylüyor.
bizim
şiirimizin bireyselleşmediği söyleyebilir miyiz?
thomson,
“bireyselleşme” nin şiiri“kendini besleyen kaynaklardan
kopardığını ve bu durumun onu giderek kuruttuğunu” da ekliyor.
“bireyselleşme”
önemli bir konu.
bireyi öne
çıkaran ve onun girişim gücüne öncelik
tanıyan bir sistem piyasa. toplumsalın
olabildiği kadar uzağında duruyor. ne ki bu duruş onun köklerinin toplumsalla hiçbir
ilişkisi olmadığını göstermiyor. bu nitem, bireyselleşmeyi gelenekselle hiçbir
biçimde birleştirmiyor; bırakınız birleştirmeyi yakınlaştırmıyor bile.
gelenekselin bu denklemde yeri yok.
önce,
ekonomik tabanından ötürü; sonra da piyasa ile ilişkisinden ötürü...
konum
yönünden, ingiliz toplumsalının bireyi ile
türkiye toplumsalının bireyi arasında da içeriksel ayrımlar dışında hiçbir ayrım bulunmuyor. tüm
bireyselliklerin köklerinde o toplumsalın
derinlerindeki birey yapan
nitemler var çünkü. o nedenledir ki
sözü edilen bireysellik toplumsalla
ilişkisiz değildir ve hiç de olmadı.
çağdaş
dünyada birey, üreten değil
tüketen olarak öne çıkıyor.
tüketime
dayalı bir ekonomide birey, çok çalışan, çok kazanan, çok harcayan kişidir.
Ekonomi, çok kazanan, çok harcayan ve bu süreci
yaşatabilmek için de harcadıkça kazanmak üzere çok çalışan bireyle/ bireylerle
işleyen bir düzenek. (Ahmet İnsel, İktisad
İdeolojisinin Eleştirisi, Birikim y.,İst. 2000.İkinci baskı,s.118 ve ötesi).
çağdaş
bireyden söz edince tembellik
hakkı diye bir kavram dayatıyor. Paul Lafargue, bir yüzyıl önce
yazdığı tembellik hakkı (telos
y., ist.1991) ’da, burjuva etiğine teslim olanların giderek
kendilerinde, yaşadıkları anın hazlarını, öznel zevklerini öne çıkaran; çalışmayı
ve üretmeyi yok sayan bir hak
göreceklerinden söz etmektedir.
Bu durum,
yozlaşmış bir toplumsalı tanımlamakla kalmıyor; burjuvaziyi her hal ve koşulda
eleştirenlerin yoğun bir biçimde etkisi altında kalındığını da gösteriyor.
thomson’ın
sözünü ettiği bireysellik, Lafargue’
ın tanımladığı ideolojik
saplantılı birşey değil tabii.
thomson’ ın daha çok, tüketim esaslı bir ekonominin bireyinden / bireylerinden söz ettiğini
düşünüyorum.
tüketim
üzerine oturmuş bir ekonomide salt çok
kazanma ve onu harcama ve daha çok daha çok kazanma istek ve itisiyle yaşayan
bireylerin, bilgi çağında kişisel yararı/çıkarı öne alan bir anlayışta
olduklarını görmemek için kör olmak gerekir.
kendinden başka hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi düşünmeyen bu kavrayış biçimi, kişinin yaşadığı yakın
çevreyi ve giderek dünyamızı kirleterek/ tahrip ederek yaşanmaz hale getirmeye
sanki yemin etmiş görünüyor. bu anlayış
sömürünün her türlüsünü yapabiliyor.
herşeyi harcayabiliyor; yok edebiliyor. ” ben rahat değilsem başkaları da
rahat olmamalıdır!” gibi sakat
bir düşüncenin üstünde, yapmadığını koymuyor dünyaya, insana/ insanlara...
böyle algılanmış bir bireyselliğin şiire de yansıdığını düşünebiliyor musunuz?
artık o şiirin, etin ve kemiğin dayatmalarını dile getiren bir tür
boşalma sağlayıcı metinlerden oluşması çok doğal olacaktır.
ingiliz şiirinin yenileşmesi
sırasında yeni ozanlar “esin
kaynaklarını halkta aramalıdır” diye ekliyor thomson (agy.s.72).
böylece, geleneği yeni kuşaklara sunuyor kaynak
olarak.
geleneğin kaynak olması, ulus
devletlerin egemen olduğu dönemlerde geçerli bir yöntemdi. ulusal temalar, ulusal biçimler, ulusal
kahramanlar ve ulusal bir yazın, şiir...
bunun, yetmediği anlaşılmıştır.
bu konuda bizde ilk kez cemal süreya ’nın “ folklor
şiire düşman” formülüyle öne
çıktığını görüyoruz. geleneksel
temaların, biçimlerin, renklerin.... işlenmesinin giderek ‘bir tür
öykünme yaratacağı’ biraz zor
anlaşıldı.
hala bu düşüncenin yanında
olanlar önemli bir toplam oluşturuyorlar.
orada, atların yarıştığı çayırda,
aramızda birlik yaratıyor duyduğumuz sevinç.
atlılar dörtnala atlarının üstünde,
yüreği ağızlarında arkadan bakanların:
bizim de seyircilerimiz vardı eskiden,
dinleyen, işimizde bizi yüreklendiren;
...........
............
sürdürün türkünüzü: bir yerlerde doğarken yeni
bir ay,
göreceğiz uymanın ölmek olmadığını,
duyarak yeryüzünün yeni bir hava tutturduğunu.
(agy.,s.74)
bu dizelerle gelenek övülüyor.
gençlerin benzer temaları işlemeleri öneriliyor. aynı biçimlerden
yararlanılması isteniyor. yanlışlık
buradadır.
bu şiirde söylenenleri, geleneğe yaslanmadan da söyleyebiliriz;
söylenebilir.
geleneksel biçimlere dayanmadan da söylenebilir bunlar. hatta çok daha
başarılı olarak söylenebilir.
bugün, liselerde okutulmakta olan yazın ders kitaplarında ortaasyadaki
türk cumhuriyetlerinin yazınlarından alınmış örneklerde de tıpkı bunlar, bu
metinler gibi metinler vardır çok sayıda. o
metinler, toprağa bağlı bir ekonomik-sosyal yaşantının ürünlerinden
başka bir şey değildir.
şiirin, bu örneklerden söz ederek bir yere varması mümkün değildi.
gelişen ve değişen dünyanın o gelişen ve değişen yüzünü ele almak zorundadır şiir. çünkü o yüz işleyen bir
yapıdır.
o değişim sürekli olarak hız verir şiir.
çünkü şiir, değişimin ta kendisidir.
thomson gibi, “ilkel olmaktan çıkmış,
endüstrileşmiş” (agy.s.75) bir
toplumun eski kültürünün yok olmasına yakınmak mı gerekiyor acaba? hiç
sanmıyorum!
toplumlar, gelişim çizgilerini
çizmeye devam edeceklerdir.
eski yok olacak, yeni onun yerini alacak...
hiçbir zaman yeninin, hiç tanınmayan ve bilinmeyen bir kimliği
olmayacaktır.
yeninin kimliği, eskiden gelenlerle birlikte oluşacak... o nedenledir ki
yeniyi hiç yadırgamayacağız.
her zaman kendimizi yeniye açık durumunda duyumsamalıyız. yoksa
yerimizde sayarız.
gençlerin evrensel yapıları
aramaları, onlara koşmaları gerekiyor. hele AB gibi evrensel
siyasal ve ekonomik birliktelikler çağında...
“sanatçı genellikle ne yaptığının bilincinde değildir, daha çok bir yalvaç
gibi.....önsezi ile davranır” diyor thomson (agy.s.81).
ilginç bir yaklaşımdır bu!..
gerçi, sanatçının bir yalvaç
olduğu görüşü vardır, yaygındır. oradan
çıkarak ‘sanatçının örneğin ozanın, ne yaptığının bilincinde
olmadığı, önsezi ile davrandığı’ noktasına gelinmesi düşündürücüdür...
sanatta, örneğin şiirde, usun yeri hiç mi olmayacaktır/olmamalıdır?
böyle bir yargı tümden yanlışlıklarla örülmüş bir yargı olurdu. eğer bu, doğru
ise sanatçı, örneğin ozan, thomson’ın dediği gibi‘ birlikte
yaşadığı insanları düş ülkesine götürerek onları rahatlatır’ (agy.s.81).
böyleyse eğer, sanat, örneğin şiir, bir
düştür ve ancak bizi rahatlatır. onun ötesinde bir
işlevi ve yeri de yoktur.
rahatlamak istediğinizde ona
gidersiniz, gerçeklerden kaçma gereksiniminiz olunca ona gidersiniz.
bunun ötesinde bir işlevi yoktur sanatın, örneğin şiirin...
böyle mi anlamalıyız örneğin şiiri?
şiir için böyle bir yaklaşıma evet denebilir mi?
sanat ve örneğin şiir, yaşamı ve dünyayı dolaylı değil doğrudan
algılamamızla ilişkilidir.
bu algılamayı dolaylı değil doğrudan yansıtır. yansıtır ki bu yaşamı ve dünyayı yenilemek ve değiştirmek üzere önümüze koyabilsin. bunu yapamazsa
örneğin şiir, hiçbir şeye yaramaz. sanat ve örneğin şiir,
alımlayıcısını rahatlatmaz, düşlere yollamaz; tam tersi, iyice tedirgin
eder, rahatsız eder; huzur vermek bir yana olan huzurunu da
kaçırır. kaçırır ki o huzur
kaçıran şeyin değiştirilmesi sağlansın!
o değişitirilen, yeniden değişime hazır olsun ve bu böyle sürüp gitsin;
diyalektik işlesin...yoksa sanatın,
örneğin şiirin, stoacılar gibi mutlu ve rahat bir an, bir yaşam mı
sunacağıını sanıyor thomson?..
thomson, “sınıf çatışması sona erince, işte o
zaman, engels’in dediği gibi, tarih öncesi sona erecek ve tarih başlayacak” diye ekliyor (agy.,s.82).
marx’ın hayaletleri ’nden (J.derrida, çev.a.tümertekin,
ayrıntı, ist.2001) biri
de buydu. derida’nın dediği gibi, demek ki dünyayı marx’sız
düşünemeyeceğiz!..
eğer düşünebilseydik, ‘sınıf çatışması sona erince...’ diye başlayan bir düşüncenin peşine takılır
mıydık?.. neyse...
dünyada, sınıf çatıışmasının birgün biteceğini mi sanıyor thomson acaba?
yeryüzünde sınıf çatışması bitecekse eğer, gelişme ve değişme de
durmayacak mı o zaman acaba?
çatışmayı yaratan, sınıflararası çelişkiler değil mi?
o çelişkiler bitince, yani çatışma sona erince, diyalektiğin tez/
antitez /sentez’i; olumlu / olumsuz / olumsuzluğun olumsuzlanması/.... ilkeleri
nasıl işleyecek?..
thomson’ı düzeltelim:
sınıflararası çatışma hiç bitmeyecek, biri bitecek öbürü başlayacak.
kimi kez bu çelişki, bildiğimiz bir çelişki de olmayabilecek, yeni ve
değişik çelişkiler ortaya çıkacak...ne ki çelişki hep olacak ve böylece de
diyalektik işlemeyi sürdürecek.
dünya ve şeyler hep değişecek ve hep iyiye güzele doğru değişim sürecek.
örneğin halk şiiri’ ‘mizin bir tarih öncesi’nden,
ardından gelen bir tarihi’nden söz edemeyeceğiz.
çünkü o hep olacak.
Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.
Yazıların her haklı saklıdır.