BİR
KENTLİ KIZIN ŞİİRLERİ
Muhsin ŞENER
Serap ERDOĞAN’ın ANATANRIÇA adıyla yayımlanan (7
Mayıs yayınları,İzmir,1999) ilk şiir
yapıtı elimde. Her okunuşunda yeni derinlikler ve yeni
dünyalarla tanıştırıyor bu kentli kızın şiirleri sizi.
1950’li yılların
sonlarında üretim araçlarındaki yeni
yapılanmadan kaynaklanan nedenlerle kırdan kente doğru
başlayan göç, 80’li yıllarda terörün de
göç nedenleri arasına girmesiyle daha bir hızlanmıştır. Hızlanma bir yana, yığınların büyük kentlerde
toplanmasıyla ortaya çıkan kırdan kente
göçün sonuçları adeta gözümüze
batmanın ötesinde gözümüze sokulan bir
olgu olarak yaşanmaya başladı.
Bu olgu bir kentleşme olgusu değildir. Düpedüz bir zorunluluğun dayattığı sonuçtur. Epeyce ilerde
bir yerde, birçok şeyi yıkarak, dağıtarak/karıştırarak; belki de bir tür
kaos yaratarak kentleşme olgusunun meyvelerini görebileceğiz; ne ki çok ilerlerde...
Bu yeni olgu köyden kente zorunlu olarak
gerçekleşmiş olan göçün giderek
yapılandırdığı bir yeni olgu olarak
karşımızdadır.
Kent, modernizmin nihai yaşam biçimi olarak üretilmiş bir ortamdır. Kentleşme olgusu modernizmin önemli
sonuçlarından ve amaçlarından biridir. Bunu yaşamak ve yaşatmak için modernizmin gösterdiği çaba biliniyor.
Kentli akılcı olmak
durumundadır. Kent bilgi ve teknolojinin ilk
ve tabii en çok kullanıldığı yerdir. Kentli bu bilgi ve teknolojiyi önce benimsemek
ve sonra da kullanmak,içselleştirmek zorundadır.Eğer böyle davranmazsa yaşamı
zorlaşır. Çünkü kentsel yaşam bu yeni bilgi ve teknolojinin bir tür uygulama alanı
olarak onun yaşamı içinde yer almıştır. Bilgi ve teknolojiyi ister istemez
içselleştirmek durumunda duyumsar kendini.
Kentlinin bilgi ve
teknolojiyi içselleştirmek ve kullanmak zorunluluğu, içinde yaşadığı rekabet
ortamından da kaynaklanmaktadır. “Ötekiler” sürekli olarak kendisiyle bir rekabet ortamında mücadele ettiklerinden bu mücadelede
onlara yem olmamak, en azından onlar arasında yer almak için ve giderek onları alt etmek ve böylece başarıya ulaşmak için ötekilerin kullandıkları bilgi ve teknolojiyi
bilmek ve onlardan daha iyi, daha üstün bir
bilgi ve teknoloji kullanmak zorunluluğu dayatmaktadır.
Kentli bu konuda son derece uyanık olmak ve
hep en iyiyi, en güzeli bulup onu kullanmak zorunluluğu
ile yaşama durumundadır.
Bu yöntem ve ilişki
biçimini benimsemiş kentli, kendini sürekli yenileştiren, dönüştüren ve
değiştiren bir ortamda buluyor. Bu
nitemler kentli olmanın koşulları gibidir. Kentli, yaşamı sürekli dönüştüren ve
değişime direnmeyen insan olarak karşımıza çıkar. Yoksa kentli olamaz. Kentli
olamayınca yaşamı da kentli yaşamı
olamayacağından tanımlanması
oldukça güçleşmiş bir sosyal yapı içine girmek durumunda kalacaktır.
Yaşamın değişimi ve dönüşümü doğrultusunda
sürekli bir çabayı diri tutan kentli, yaşananın diyalektiğini de
anlamıştır. Dönüşüm ve değişim, zaten bu
diyalektiği kavramakla doğrudan ilişkilidir. Kentli yaşamı değiştirme ve
dönüştürme eylemi içinde olmasa bile bu yolu hoş gören bir anlayış içinde bulur
kendini.
Kent ve kentli sanatla iç içedirler. Kentlinin değişim ve
dönüşüm işlevinden geliyor bu durum. Kentli
sanatı ve sanatçıyı hep korumuş ve onu desteklemiştir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Rönesans dönemi en zengin örnektir.
Değişim ve
dönüşümü, yaşamının bir tümleyicisi olarak diri tutan kentli, sanatın hep yanında olarak doğru bir ilişki
yapılandırmıştır. Kentlinin yaşam
anlayış ve pratiği ile sanat (örneğin
şiir), yöntem açısından çakışıyorlar. Şiir, bir değişim, değiştirim ve
dönüştürüm biçimidir. Bu yolla yeni
bir dil
ve yeni bir yöntem konur
ortaya. Yöntem devrimci bir taban üzerine oturmuştur. En iyiyi, en güzeli, en yeniyi.... arar ve onu
bulduğunu usandığı yer ve zamanda da söze
dökerek sunar. Yeniyi ararken hep
derinlerde, duvarın öte yanındakileri görmeyi ister ve bu engelleri zorlar.
Kentlinin bu yönteminin
diyalektiği, derin ve çelişkilerle iç içe oluşan
bir düşünmeye dayanır.
Sığ ve düz bir düşünme yöntemi yoktur kentlinin.
Kırsal insan öyle mi ya? O,
doğanın içinde onun yasalarıyla boğuşarak kurar yaşamını. Diyalektiği, düz bir
mantığa dayanır. Örneğin toprakla
uğraşır: onu sürerse, sularsa, ürünü çapalarsa verim alır. Bunun başka bir yolu da yoktur. Olay bu
denli basittir. Dolambaçlı bir yola falan hiç girmenin gereği yoktur; çünkü yararı
yoktur. Sulamayı, kazmayı, sürmeyi ve tabii çalışmayı hiçbir şey önlemez. Bunlar
esastır. Yaşam, bu denli katı kurallara bağlı olduğu için inanç bu yaşamın ayrılmaz bir
parçasıdır. Ona, yaslanır... Onsuz olmaz/olamaz!.. O zaman yağmur için dualara çıkılır... Dünyanın her yanında bu, böyle olmaktadır.
Bu denli katı kuralları
olan kırsal yaşamın en büyük dayanaklarından biri de gelenektir. Gelenek, bu
yaşamı kolaylaştırır. Kırsalın katı
koşulları karşısında geleneklere
sarılmak kırsal insanını rahatlatır.
Toprakla ve tabii doğa ile doğrudan ilişki
içinde olmanın getirdiği düz mantığın
çalışmasında ve kırsal insanın yaşamına egemen olmasında bu sosyal
yapılaşmanın çok ağırlığı vardır. Yaşama/ çalışma/çıkar bağlamında bir ilişkidir
bu...
Böylesine bir düz mantığın oluşturduğu
sanat (tabii şiir), bu mantığın
gereği olarak basit ve anlaşılması kolay olur. O şiir açıktır,
anlaşılırdır. Derinliklerle ve duvarların öte yanındakilerle ilgilenmeyen bir şiirdir o. Ayrıca ölçülü ve
uyaklı olarak dinleyenlerin kolayca/ kolaylıkla özümseyecekleri
bir yapılanma da kazanmıştır.
Sözel yanı
ağırlıklıdır bu şiirin. Yazınsallığı hiç de önemli değildir. Önemli olan basit olması, kolay kavranması ve
anlaşılmasıdır. Bu şiirin her zaman
söylemek istediği olmuştur/ vardır. Onun belirlenmiş olması ve dinleyen tarafından
alımlanması istenir.
Şiir, iletişim için
kullanılır kırsalda.
Şimdi şiiri böyle gören
bir anlayışın yaşamı değiştirmesi,dönüştürmesi ve tabanına devrimci
yaklaşımı koyması beklenebilir mi? Onda
yeni bir dünya algılaması ve yeni bir dil arayarak şiirin, kırsal insanın düz
mantığıyla çelişmesine niçin izin versin ki?
Tabanına kültürün
konmadığı bir yapılanmadan kent yaşamı çıkaramazsınız.Kültürün varlığı ise
ancak ortaya konulmasıyla mümkün olabilmektedir.Sözle ve söz dağarı ile kent
yaşamının ortaya konulmasında eğer şiir söz konusu ise modern yaşamın tüm
verilerini orada bulmak mümkün olabiliyor. Şiir söz konusu edildiğinde ise sözün
kullanımının kentleşmeyle kazanılmış olguların dışavurumundan söz etmiş
olacağız.
Şiir, kent soylu bir
söylem. Algılama ve dışavurum düzeni, dili ... ile yepyeni bir söylem olan
“o” şiir, kentli yaşama çok daha uygun düşüyor.
Kent ortamı modernizmin özlediği bir ortam.
Tam bu noktada kentleşme olgusunun köyden kente göç olgusuyla sarmalanmasından
ortaya çıkan duruma dikkat çekmek
gerekiyor. Bu bir açmaz!.. Eğer kentleşme
olgusu, kentleşme zorunluluğundan ötürü
göç edenlerin üzerinden gerçekleşmek durumundaysa, böyle bir kentleşmenin
ne kalitesinden ne de doğru dürüst içeriğinden
söz edilebilir. Ülkemizin bugün yaşadığı ortam
böyle bir ortamdır.
Uluslaşmanın tabanına
kültür konulamamışsa gedikleri başka şeylerle doldurmakta çok çok güçlük
çekiliyor. Kültür, uluslaşma sürecinin çimentosudur. Orada çimento yerine
kullanılan öteki malzemeye/
malzemelere bakmak gerekiyor. Bu malzeme
örneğin inanç olabiliyor. Etnisite olabiliyor. Bunların kültür gibi
kullanılmaları sonucunda modernizm ile çatışma halinde olan bir
toplumsal çıkıyor karşınıza. Bu kez onunla baş
etmek zorundasınız. Döne döne yine aynı yere geliniyor.
Serap ERDOĞAN, ANATANRIÇA’da böyle bir kentlinin söylemi
üzerinden kurmuş değildir şiirlerini. O
gerçekten bir kentlidir. Modernizmi içselleştirmiş
insanların kurduğu oluşturduğu bir kentlidir o. Onun
modernist bir kentli olduğunu gösteren birçok
ipucu var yapıtta. Bunlar bir başka
açıdan da aydını / entelektüeli deyimliyorlar. Hemen, ozan
entelektüel/aydın olmalı mıdır?..gibi konular geliyor... Serap ERDOĞAN’ın şiirini bu
bağlamda ele alacak değilim.
Erdoğan ANATANRIÇA’da,
2000’li yıllara girerken, en azından yirmi yıldır görmediğimiz, karşılaşmadığımız yepyeni
bir şiirle geliyor. Herkesin yazdığı
şiiri yazmıyor O. İstanbul’un çalkantısını şiirine bir türlü koyamayanlara
inat öyle bir kentli şiiri koyuyor ki önünüze şaşıp kalıyorsunuz!..
Bordieu, “yazınsal
alanın yapısı ile yazınsal alanın yapısının çözümlenmesinden” söz
ediyor(s.70)[1]
Bordieu, önemli bir Fransız toplumbilimcidir. İki binli yıllara girerken
geride bırakılan bin yılda yetişmiş
olan ve dünyayı anlamada çok uzun süreler
içinde kullanılabilecek bir yöntemi insanlığa sunan bir bilim adamıdır. O, Engels’in, Marx’ın ve Altahusser’in ince ince işledikleri alt yapı üst yapı ilişkilerini toplumsala
oturtmuş olan bir bilim adamı. Yazınsal
alanın yapısı, yapıtın oluşturulduğu alandaki egemen güçler, bu
güçlerin bireysel ya da toplumsal
ilişkileri; tabii mucadeleleri ve bu ilişkilerin anlamına götürüyor bizi. Yapıtların
yapısı ise, türleri, biçimleri, biçemleri, izlekleri... anımsatıyor.
Erdoğan’ın ANATANRIÇA’daki şiirlerini ele alırken
Bordieu, yol gösteriyor.
ANATNRIÇA, ekim 1999 da yayımlandı. Yapıt için yedi aydır yazı bekledim;
çıkmadı. Bunun iki nedeni olabilir: biri, bu
şiirin gerçek bir kentli şiiri olduğunun ayrımına vardılar ve bu gerçeklik
karşısında şaşırdılar/ kıskançlık damarları
bu gerçeği görmelerine ve
açıklamalarına engel oldu. İkincisi hiç
ayrımına varamadılar bu şiirin. Varamadılar, çünkü böyle bir şiirin
çıkabileceğine hiç düşünmemişlerdi...Bu
nedenlerin ikisi de aynı olasılık içindedir ve Erdoğan’ın
şiirine ulaşmada her iki olasılık
da bir tür duvar oluşturuyor.
Erdoğan’ın şiiriyle
ilgili açıklamalara geçmeden önce yapıtın tümünde tek örnek olarak gördüğüm bir yanlışlığı belirtmek
istiyorum:
/mavi ceplerinde şimdiyle ilişiksiz ilk kendi/
(kapı notları,s.12)
dizesinde geçen /ilişiksiz/ sözcüğü dikkat çekici gelmiştir. Dizenin düzgüsü içinde
/ilişiksiz/ değil /ilişkisiz/ sözcüğünün yeri olabilirdi. “Şimdiyle
ilişiksiz” değil “şimdiyle ilişkisiz” gibi bir anlamsal söz
konusudur. Öyle sanıyorum ki bu bir gözden kaçmadır. Ya da bir baskı hatasıdır. Ne ki bunların
hiçbiri sözcüğün ilişkisiz olmasını
haklı çıkarmaz.
1.
/kendi
iç yangınlarıyla kurulurken bakışlarına o barok
beste,
(bahane,s.46)
/gözgözügörmez
fonunda öpüşleri kollayan sokakların
tasviri
ten; teni sonbahar senfonisi sesleniş!...
(kumral sonnet,s.36)
/...............içimin
slow-motion
heyecanı/
(aşk dönmüyor suç işlediği yere,s.23)
Bu dizelerde italik basılan /barok beste; senfoni; slow-motion/ kavramları dikkat çekiyor. Bestenin barok olması için kimi nitemler taşıması gerekiyor.[2]
Gerek mimaride ve gerekse müzikte ve yazında barok
biçemin ne olduğunu çok iyi bilmeyen birinin şiirinde bu biçemi
bakışların betimlenmesi için kullanmasını
düşünmek bile mümkün görünmüyor. Öte
yandan barok biçemi ancak gerçek bir kentli kullanabilir. Kent ile kasaba
arasındaki toplumsalda olanlarla o toplumsalın ve bireyselin şiirini yazanların, barok biçemin gösteriş ve debdebesine belki de hiç gereksinim duymadan şiir kurmaları işten bile değildir. Böyle bir olasılık, barok biçemi şiirinde
özümseyenlerin gerçekten kentli olmaları gerektiği gerçeğini vurgulamaktadır.
Erdoğan, seslenişini
‘sonbahar senfonisi’ tamlamasıyla niteliyor. Seslenişine bir senfoni[3] tanımlaması
getirmek gereğini duyuyor. Senfoni Batı kültürünün ve tabii Batı yaşam
biçiminin bir ürünüdür. Senfoninin
ortaya çıktığı yer kenttir ve kullanıldığı yerde kent... O hem kavram olarak hem
de kullanılan yer olarak kent ürünüdür. Erdoğan şiirinde bir kentlilik öğesini daha
önümüze koymuştur.
Kendini tanımlarken /içimin slow-motion heyecanı/ diyor Erdoğan.
İç kıpırtılarını “slow-motion”[4]
olarak ortaya koyuyor. O, bir kentli kız olarak içindeki heyecanı böyle ağır bir dansın duygulandırıcı müziği ile birlikte düşünerek
dışavurmak istiyor. Seçimi odur. Ve
tabii bir gerçekliğin de altını çiziyor: o, kendini ve yaşamını bir kenti olarak
tanımlamayı sürdürüyor.
2.
/seni
arıyorsam,bir munch tablosunda üşüyorumdur/
(bahane,s.46)
/ve
üç kaşık şeker che resimli fincana.../
(beş,s.53)
/delirmeyi
çizen bir Fikret Mualla.../
(yedi,s.55)
Munch Tablosu,[5]
ozan tarafından “seni arıyorsam”ın açımlanmasında kullanılmıştır. Böyle bir
arayış, Munch’un bir tablosunu
izliyormuş etkisi yapmaktadır. Ozan,
Munch’un sürekli tedirginliğini anımsıyor. Onun Norveç’li biri olmasının da ‘seni arıyorsam’ın soğukluğunun altını
çizmedeki etkisini unutmamalı...Bir kentli olarak ozan, tüm bunların
ayrımına ulaşmış görünüyor.
Che ve Fikret Mualla[6] adları
kentte yetişmiş ve yaşamı tümüyle dönüştürmeyi kendilerine ilke edinmiş iki ünlü. Kentin olanaklarından yararlanmış
iki ünlü. Biri doktor öteki zengin bir aileden gelen
ünlü bir ressam. Che, Küba
devrimini gerçekleştirmek için bizzat gerilla savaaşı yapmış ve devrimin
bürokratik düzeyde oturması için de yönetimde sorumluluklar almış biri.Yaşamı
tümden kavrayaram dönüştürmeye kendi yaşamını adamış biri. Fikret Mualla da
Avrupa’ya eğitim görmek üzere gitmiş orada kalmış,yaşamış ve çalışmış.
Sıkıntılar içinde geçen bir yaşamın ardından orada(Fransa ) ölmüş.
Yaşamı
tıpkı ozan gibi alımlayan iki kentli. Ozan bu iki kentliyi yaşamı algılayışını simgelemek için kullanmış. Sanki onları bu
algılamaya ortak ediyor gibidir.
3.
/sofalarda arp çalarken
frine heykeli/
(alkolik telaş,s.16)
Dizesindeki arp[7]
bir müzik aleti. Çok eski kullanımı olan
bir müzik aleti. Ağır bir romantizmi verebiliyor. Ancak kentlinin bilme olasılığı
bulunan bir müzik aleti ne ki. Erdoğan kolaylıkla
almıştır arp’ı şiirine. Onunla da bir derinlik kazanıyor şiiri.
4.
/artaud’dan ödünç
delilik bir yan/
(kumral sonnet,s.37)
/”kibritçi kız”
umudumuzu en fazla...ki biz biraz da
oyduk, kibrit alevi
sevinçlerimizin buzlarını çözerken.../
(lady,s.63)
Artaud[8]
bir Fransız yazarı. Daha çok tiyatro yapıtları vermiş biri. Kibritçi Kız
onun yapıtıdır. Uygarlığın ve onun içinde
yazın’ın başarısızlığı
Artaud’u çok etkilemişti. Bu konuda önemli yapıtlar vermişti. Tiyatro yapıtları
da bu konuyu irdelemektedir. Yaşamı ve dünyayı dönüştürmeyen bir yazın’ın ne önemi olacaktı ki? Ve tabii
bir uygarlığın? Ozanın şiirini oluştururken etkilendiği ilginç biri olarak çıkıyor karşımıza Artaud. Onu bilenler biliyorlardı.Kentlilerle
düşüp kalkan biridir Artaud. Yoksa o uygarlığa
yazın’a tepkisini dile getiren haykırışlarını kim anlayacaktı sanıyorsunuz
Artaud’un?..Serap Erdoğan’ın şiirine
almakta sakınca görmediği bu kavramların ortak yanı
ancak kentlinin bildiği,yaşamında kentlinin yanında olan/bulunan kavramlara
olmaları. Ne ki onlarla şiiri daha renkli olmakla kalmıyor derinlik kazanıyor. Bu
öyle bir boyuttur ki şiirin bir kentli
eyleminin dışavurum biçimi olduğunun altını o denli kalınca çiziyor ki... Şiiri
bir kentlinin dünyasının,yaşamının bir
tür dışavurumu olarak algılamanın ve onu
böyle yorumlamanın şiirin yapısına en
azından koşut bir anlayışı
kökleştirmeye çalışmak demektir.
Erdoğan, ANATANRIÇA ile bunu yapıyor.
[1] Pierre Bourdieu,Pratik Nedenler,Kesit y.,İst.1999
[2] Barok: Portekizce barocco sözünden geliyor. Eğri büyrü inci anlamınadır. Barok, 16.-18. yy.lar arasında İtalya’da başlayıp gelişen bir mimari biçemdir. Yazın’da 17.yy.da, duyarlılığa önem veren bir akım olarak benimsenmişti. Dinamik, lirik ve dokunaklı bir biçimdir. Etki arayışlarında ve duygulara, heyecanlara seslenişte kullanılmıştır. Karşı reform hareketlerinin ayrıcalıklı ve parlak sanat dili haline gelmiştir. Barok, monarşı uygarlığının sanat anlayışına uygun bir biçemdir ve o nedenle gösterişli, şatafatlı yapıtlar halinde sunulmuştur.
Rokoko,barok’un değiştirilmişiydi.
Barok yazında, abartılı, gösterişli ve debdebeye önem veren bir yapıda kullanılmıştır.(Büyük Lau.S.ve Ans.3.cilt,s.1326-1327)
[3] Senfoni, uyum,seslerin uyumu demektir.Çeşitli enstrumanların uyum içinde seslendirdikleri müzik yapıtlarına senfoni deniyor. Beethowen’in 9.Senfonisi gibi. Bu adla anılan orkestralar vardır: Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gibi.(Büyük Larausse S.ve Ans. 20.cilt,s.10358 ve sonrası...)
[4] Slow-motion, ağır,duygusal hareketlerin egemen olduğu ve şarkı motifleriyle süslenmiş bir müzikle yapılan ;çiftlerin birbirlerine sarıldıkları ağır dans türü. (Fransızca Türkçe Sözlük, Haz: M.A.Ağakay ve arkadaşları, TDK y.,s.405)
[5] Norveçli ressam ve gravür sanatçısı Edvard Munch(1863-1944). Yapıtlarında gözalıcı renklerden ve dalgalı kenar süslerinden yararlandı.Yazgının trajik görüntüsünü sundu.Yapıtlarında hep bir tedirginliği görürüz. (Büyük Larau. S.ve Ans.16.cilt.,s.8376)
[6] Che Guevara, Küba devrimi önderlerinden, Arjantin’li gerilla savaşçısı ve kuramcısı. Castro kardeşlerle birlikte Küba devrimini gerçekleştirenlerdendir. Bu macerayı Savaş Anıları’nda anlattı. Latin Amerika’nın topyekün bir devrimle kurtulacağına inanıyordu. Bu düşünce doğrultusunda Bolivya’da gerillayı örgütlenmesi yaparak savaştı ve burada öldürüldü.
Fikret Mualla, (1904- 1967). Ressam. Başarılı desenleriyle dikkat çekti. Yaşamı yoksulluk ve sıkıntı içinde geçti ve Fr.da öldü. Kemikleri sonradan Türkiye’ye getirildi.
[7] Arp, İlkçağ Akdeniz ve Ortadoğu uygarlıklarında çok aygın olan bir telli müzik aleti. Mısır ve Mezopotamya’da MÖ 3000’lerden kalma arp tasvirleri bulunmuştur. Ağır bir romantizm kazandıran sesi vardır.(AnaBritannica, 2.cilt,s.335)
8 Artaud(Antonin), (1896-1948), Fransız yazarı. Başarısız
olan uygarlık ve edebiyat konularında yapıtlar verdi. Simgecilikten
gerçeküstücülüğe geçti ve devrimin insanı değiştirmesi gerektiğini savundu.
İç dünyasını ateşli haykırışlarla
dile getirdi. Vahşet dünyası olarak adlandırdığı
anlayışını yapıtlarıyla
örneklendirdi. Bu çabaları modern tiyatroyu etkilemiştir. Düşünce kültürün
sınırlarına varan Artaud,kendini Holderlin, Van Gogh ve Nietzitche düzeyinde
görüyordu. (B.Lau.S.ve Ans. 2.cilt, s.846)