MODERN
TÜRKİYE’nin ŞİİRİ
Muhsin ŞENER
Türk Şiiri Modernizm
Şiir[1]
adlı yapıt 2000’in son günlerinde yayımlanan
önemli bir yapıttı. Hasan Bülent Kahraman’ın bu yapıtı
şiirimizi, özellikle modern şiirimizi bilimsel bir değerlendirme ile ele alan, bu
yapısıyla da noksanlığı her zaman ve
zeminde duyumsanan bir başvuru yapıtına
olan gereksinimi önemli ölçüde karşılamış oluyor.
Kahraman yapıtta şiirimize, Modernizm ve Türk şiiri, Şairler,
Olgular, Sorunsallar, Şiir ve Ötesi, Eleştiriler başlıkları altında dört bölüm
içinde bakıyor. Bu başlıklar okuyucuya yeni bir bakış açısı da getirmektedir.
Bu yazımızda yapıtı birkaç noktadan ele almak istiyoruz. Böylece, bir
kaynak yapıtın bize göre tamamlanması gereken yanlarına katkıda bulunmayı deneyeceğiz. Oldukça geniş
bir perspektif içinde yaklaşılan şiirimiz konusuna
başka yanlardan da ışıklar getirmenin hem
zorunlu hem de çok yararlı olacağını düşünmekteyiz.
Modern, latince modernus
sözünden geliyor. 5.yy’da bu söz
“bugüne özgü” anlamına geliyordu. Şimdiki zamana, yakın bir zamana,döneme
ait olan,uygun olan şey anlamına
geldiği, Büyük Larausse Sözlük ve Ansiklopedisi’nde belirtiliyor. En son
ilerlemelerden yararlanan.çağdaş tekniğe, kurallara, zevke göre eyapılmış,
çağın yeniliklerine uygun demektir.
Modernizm: modernlik;
Modernleşmek; çağdaşlaşmak;
Modernlik: modernizm;
Modernite: yenilik.
çağın getirdiği yenik, çağdaşlık anlamlarını taşıyor.
Modenizm, çağın
hastalıklarını tedavi ederken, eskiyi unutmuyor. Yenileşmeyi eskinin üzerine
oturtuyor. Belki tam da böyle olmuyor ne ki eski
unutulmamış; en azından ihmal edilmemiş oluyor ve o elde bir veri olarak hep ve her
zaman bulunduruluyor. Bu noktanın altını çizmek istiyorum. Zaman zaman bu noktaya tekrar dönmek zorunlu olacaktır.
Modernist bilgi kuramsal bilgidir. Bu bilgi ile dünyayı ve şeyleri önceden konan ilke ve esaslara dayanarak anlamak
ve alımlamak esastır. Bu yaklaşım biçimi, eskinin biçimsel bilgisini zayıflatmıştır. Biçimsel
bilgide totoloji esas olduğundan içi
boş ne ki parlak sözlerin egemenliği vardır. Biçimsel
bilginin yaygın olduğu sistemlerde herşeyin yanıtı hazırdır. Yanıtı olmayan
şeyin sorulmasına da izin verilmez. Dolayısiyle
yanıtı olan şeylerin bu yanıtlar çerçevesinde ele alınması gerekir. Tartışma
yapılması düşünülemez bile. Çünkü tartışma, yanıtı olmayan ya da yanıtı
doyurucu bulunmayan içindir. Sonra, tartışmaya
açmanın kargaşa ile ilişkisi kolayca kurulabilir. Biçimsel bilginin egemen olduğu
sistemler ve toplumlar yerinde sayarlar. Bu ise sistemin gereğidir ve çok doğaldır.
Modernizmin kuramsal bilgisi
usa dayandığı için sürekli
olarak yeni sorular getirir ve o sorulara yanıt arar.
Böylece modern bilgi, biçimsel bilgi ile sürekli olarak didişmek zorunda kalır. Modernizm, biçimsel
bilginin kaldırılıp yerine kuramsal bilginin konmasıyla oluştu. Kuramsal bilginin us
tarafından kavranabilen, yorumlanabilen, yönetilebilen bilgisi, dünyayı ve şeyleri anlama ve alımlamada yeni
boyutlar ve alanlar getirdi. Tartışma ve
eleştiri bu alanların başında yer
alıyor. Biraz ilerde düşünme ve inanma özgürlükleri ile
düşündüğünü söyleme ve yazma özgürlükleri vardır. İnsan olmanın temel
koşullarından biri olan düşünme ve düşündüklerini söyleyip yazabilme modernizmin önemli getirilerinden biridir.
Modernizm, aymazlıktan uzaklaşma ve heyecandan arınmayı getirmiştir. Aydınlanma hareketi modernizmin bir ayrılmazı... Aydınlanmanın programı, dünyayı
gizlerinden kurtarmaktı. “Mitleri parçalayacak, ham hayalleri bilgi
aracılığı ile alaşağı edecekti. Safdillik, kuşkulanmaya
karşı isteksizlik, düşüncesizce verilen yanıtlar, bilgisizlik taslamak, karşı
çıkmaktan çekinme, çıkarcılık, araştırmalarda savsaklık yapmak, söz fetişizmi,
salt kısmi bilgilerle yetinmek..”.[2]
gibi tutumlar, dünyayı gizlerinden
temizleyerek aymazlıktan kurtulmuşluğu ve heyecandan arınmışlığı
getirmiştir.
Modernizm, hem gelişkin hem de bulanık bir bilinci
getirmiştir. Bu bulanıklık onun bir
çelişkiler yumağı olarak karşımıza çıkmasını sağladı. Modernite bir yaşam
biçimi olarak örneğin zengin - fakir; burjuva snobizmi[3],
para ve insan hakları; teknolojik gelişme ve çevre
kirliliği; teknolojik gelişme ve yabancılaşma; gelişmişlik-geleneksellik...gibi
çelişkileri içinde barındırmaktadır.
Modernist bilinç, usa dayanan,
nesneyi yücelten, doğayı yaşama indirgeyen,
nesneyi öne çıkaran bir anlayış ve
kavrayışı getirmiştir. Bu durum modernizmin işlevselliğini de vurgulamaktadır. Çünkü,
usa dayanmayan bir yaklaşım biçiminin modernizmle ilişkisini kuramayız. Usa yaslanmak
bir işlevselliktir. Us, işlevselliğin dayanağıdır.
Modernizmi eleştirenler usun bu işlevselliğine karşı çıkıyorlar. Herşeyin
usla açıklanmasını doğru bulmuyorlar.
İlk bakışta haklı görününüyorlar
doğrusu. Ne var ki, modernizmin “gizleri
yok etme” işlevinin önemi dipdiri duruyor. Usa getirilen bu eleştiri
80’li yılların ortalarından beri postmodern, kavramının giderek derinlik kazanmasını
sağladı. Şimdi ise postmodern eleştiriliyor. Çünkü, post post kültür her geçen gün daha iyi
anlaşılıyor ve kavranıyor. Toplumsala egemen
olması ise engellenemez artık. Bu durumun tehlikesini yaşıyoruz toplum olarak.
Modernizm, eskiyi
ıslah etme düşüncesini terk
etmemiştir. Islah düşüncesinin altında
eski vardır. Eskiyi atmanız söz
konusu değildir. Onu yenileştirmektir yapılacak olan. Şimdi bu yaklaşım, modernizmin
gelenekle olan bağlantısını kurmuştur ve yaşatıp geliyor. Aydınlanmanın tüm boyutlarıyla gerçekleşemediği toplumlarda konu gerçekten önemli. Modernitenin
bizim olan’ı yok edeceği gibi bir yanlışlığa
saplanılıyor... Bu noktaya ilerde döneceğim.
Özetlersek, modernizm, kuramsal,
usa yatkın, aymazlıktan ve heyecandan arınmış, gelişkin bir bilinci getirmiş ve
eskiyi ıslaha yönelmiştir. Modernite
bu ayaklar üzerinde duruyor.
Artık, Türk Şiiri
Modenzm Şiir adlı yapıtla şiirimizi ilk
kez ideoloji ve tarihsellik bağlamı içinde ele alıp
değerlendiren bir yapıt vardır elimizin altında. O nedenledir ki modernizm ideolojisinin dayanaklarıyla Türkiye de modernizm konusunun, yazımızın başında
irdelenmesine ve kimi esaslarının anımsanmasına gerek duyulmuştur. Böyle geniş bir
alan içinde dolaşılırken doğal olarak
kimi değerlendirmeler de yapılmıştır.
Kahraman yapıtında,
tarihselliği öne çıkararak özellikle modernizm
ideolojisi bağlamında şiirimizin durduğu yeri belirlemeye çalışmıştır.
Böyle bir yaklaşıma kimse soyunmamıştı bu zamana değin. İzlenen yöntem
şiirimiz için yenidir. Ulaşılan sonuçlar bundan böyle kullanılacak ve
umalım ki şiirimiz daha doğru bir
zemin üzerine oturtma olanağı bulunabilecektir.
Yapıtta, çok sayıdaki kavramla şiirin adeta boğazı sıkılmış; onun,
“düzeni değiştirdiği”ne hiç dokunulmamış;
yapısal irdelemesine hiç mi hiç
girilmemiş olmasına karşın yurdumuzda
eleştiri yok diyenlere kocaman ve dolu dolu
bir kaynak yapıt işte!..
Tabii bu yapıt için, olumlu
ve katkılar sağlayan görüşler yanında Kahraman gibi düşünmedeğimiz yanlarla
ilgili görüşlerimiz de olacak. Bunları yazımız geliştikçe açıklamaya
çalışacağız.
“Türkiye, modernizmin kuramsal
boyutları üzerinde hiç mi hiç durma ihtiyacını
duymadı”(s.17) diyor Kahraman. Bu görüşe katılmamak olası değil. Türkiye Modernizmi, usa dayanan, dönüştürücü ve değişitirici değil ne ki geliştirici işlevi
bulunan bir edim olarak kabul etmektedir. Dönüştürücülük ve değişitiricilik
işlevinin bireyler ve giderek toplum aracılığı ile gerçekleşmesine değil bir merkezi otorite aracılığı ile
gerçekleşmesine inanmıştır. Dönüşüm
ve değişimin merkezi bir otorite aracığılı ile gerçekleştirilmesi algılaması,
yanlış bir algılamadır ve hala sürüyor. Bu algılama biçimi merkezi otoritenin (örneğin hükumetin ve hiyerarşik yapıda tepeden aşağıya doğru tüm orotireyi
elinde bulunduran buyruk sahiplerinin) verdiği/verdikleri/bağışladıkları/bahşettikleri...
ile yetirme sonucunu getirdi. Böyle bir
ortam, birey oluşumunu geciktirmiştir. Çünkü birey ancak izin verilenleri
yapabilmekte,istediği gibi davranamamaktadır. İnsanların
neler düşünebileceği bile tesbit edilmiştir sanki. Bununla da yetinilmemiş,hangi
düşünceleri söyleyebileceği, yazabileceği de ayrı ayrı belirlenmiştir. Bu durumdaki
bireyin etkin olması ve bundan sonuç
alınması hiç olası görünmüyor!..
Türkiye’de Modernizm, bir sistematik
içinde ve bir süreklilik olarak hiç
algılanmadı. Bunu, dönüşüm yoluyla
gelişme ve değişmenin Türkiye’de
bir sistem içinde olmamasından; dönüşüm ve değişimin süreklilik kazanamamış bulunmasından
anlıyoruz. Modernizm böyle bir yol izlemiş olsaydı yeni kuşakların
geçmişte gerçekleştirilen dönüşüm ve
değişimleri içselleştirmekle
kalmayıp başka dönüşüm ve değişimleri yürürlüğe koymaları gerekirdi. Oysa yaşanan
hiç de böyle olmamıştır. Çok
çok geri dönüşler yaşanmıştır!.. Soğukkanlılıkla
bakıldığında, 28 Şubatın
önünde önemli ölçüde geri dönüşler
yaşandığını görüyoruz. Kimi çevrelere biçimsel görünse bile, irtica denen olaylar
karşısında inandırıcı bir açıklaması yoktur.
Modernizmin gelenekle olan
bağlantısının tam bu noktada bir kez daha altı
çizilmelidir. Modernizm, gelenekten önce tarihsel olanı öne
çıkarır. Tarihsel olanla geleneksel olan üst üste çakışabilir. Bu kez ‘geleneksel olan, tarihsel olandır’
sanılarak geleneksel öne
çıkarılabiliyor... Oysa tarihsel olan ile geleneksel olan ayrı ayrı şeylerdir. Tarihsel olan, yaşanmış ve kurulmuş
olandır. Onda bireylerin ayrı ayrı emekleri vardır.
Onda toplumsalın tüm olanakları
içrektir ve toplumsala yöneliktir. Kimi kez de gelenekselle
içiçe olabilir. Geleneksel ancak böylece tarihselle çakışabilir.
Türkiye’de gelenekselin ilginç bir
macerası var.
Geleneksel, bir tür kendinde şey’dir.[4] Özneden, bilinçten bağımsız olarak kendi
başına
var olan, deneyin ötesinde bulunan
şeydir. Kendinde şeylerin bir
dünyası vardır. Biz onları yalnızca fenomenler aracığılı ile tanırız.
Bu dünya duyumsal sezgiler ve
düşüncelerin ilkel biçimleriyle
belirlenmiştir. Türkiye’de gelenekselin ‘kendinde
şey’ niteliği hiç düşünülmemiştir. Oysa isteseniz de istemeseniz de
yaşamınızın bir yerlerinde geleneksel, sizinle bütünleşmiş olarak sürer. Onu
yaşamınızla birlikte götürürsünüz. Gelenekselin yapısal niteliklerindendir bu
durum. Din ağırlıklı gelenekselliğin bizim
yaşamımızın tümüne egemen olması, geleneksele
yatkınlığımız karşısında onu,
bağrımıza basma zorunluluğu dayatır. Bu zemin, sanatta
da kendini dayatır. Özellikle şiirde gelenekselin ağırlığını hep duyumsarız.
Modernizm ile gelenekselin
ve tabii tarihselin içiçeliğini yer
yer ele alır yapıtında Kahraman. “Türkiye’de gelenek daima içine dönmüş ve kendi özüyle
buluşmuştur. Oysa Batıda bu olgu zihni
daima dışa doğru zorlayan bir işlev üstlenmiştir.” (s.10) diyerek
gelenekselliğin şiirimizde ve Batı
şiirindeki durumunu
karşılaştırmaktadır. Bu içe kapanıklık önemli bir
nitelik olarak sürüp geliyor ve
sürüp gidiyor!.. Burada çok ciddi olarak dikkatte tutulması gereken nokta, tarihsellikle gelenekselliğin
karıştırılmasıdır. ‘Vazgeçilemeyecek değerler’ gibi bir tanımlamanın
içindeki normatif kavramlar, burada şiirin geleneksel ile buluşmasına yardım etmektedir. Bir kısırdöngüdür bu.
Bir adım daha attığımızda,
karşımıza dünyayı ve şeyleri algılama ve alımlamada Modernizm anlayışıyla Doğu anlayışı
arasındaki ayrım çıkıyor. Geleneksel ve İslam üzerinden gelen, dünyayı ve şeyleri bir kül halinde kavrama
anlayışı, öznenin işlevini değiştiriyor. Bir aşkın öznenin etkinliği söz konusu edilebiliyor. Bu aşkın öznenin nesne ile olan soyut ilişkileri yaşamımızda geniş ölçüde yaygınlık ve
derinlik kazanmıştır.
Öte yanda Modernizmin getirdiği dünyayı
ve şeyleri us ile algılayıp alımlama
anlayışı, bu anlayış ve kavrayışla çatışmakta ve her iki anlayış da
yaşamlarını ayrı ayrı sürdürmektedirler. Modernizmin, bir merkezi otorite aracılığı ile
yukardan aşağıya doğru giydirilmiş bulunması bu
çelişkinin hala sürmesine yaramıştır.
Gelinen bu noktada Kahraman “
..henüz o düzeye erişmemiş bir özne
mantığı” ve “...öznenin bireylik arayışı açısından bir sonul nokta olarak görmenin yanlışlığı....”...öznenin bireylik arayışı açısından bir sonul nokta olarak görmenin yanlışlığı....” (s.20) gibi çözümlemelerle içi boş yamlaşımlar
çevresinde dolaşmaktadır. Dünyayı ve
şeyleri modernizm açısından algılayıp
alımlayabilmenin tek yolu buna “özne
mantığı” açısından yaklaşmak değil midir?
Ne ki biz öyle yapmamışız!. Ne yapmışız?
Modernizmi benimser gibi yaparak gelenekseli tarihsellikle karıştırıp koyu kıvamlı
bir Doğululuk oluşturmuşuz ve hala gelenekselden yararlanmanın yol ve yöntemlerini
tartışmayı sürdürmekteyiz. Kahraman, bu
sözlerle ortaya koyduğu düşüncesini aslında Yahya
Kemal Rembo’yu Okudu mu? adlı yapıtında açıkça
göstermişti. Yapıta ilişkin yazımızda bunlara
örnekler vermiştim. (Modern Şiirimizin
Kavranmasında Yapılan Yanlışlıklar,
Edebiyat ve Eleştiri, 43-44.sayı,s.12-21). Bu yapıttaki görüşler,
hemen hemen Türk Şiiri Modernizm
Şiir’de de aynen yinelenmektedir.
Hem geleneksel karşısında bir tavır alınmayacak hem de Modernizmin yeterli düzeyde
özümsenmesine bu tutumun neden olduğu
söylenecek!.. Böyle çelişkili görüş
olabilir mi?
Modernizmin, bütün yanlarıyla benimsenmesi, gelenekten kopmayı getirecekti. Biz böyle bir kopmaya bir türlü razı
olamadık. Oysa, yapılması gereken buydu.
Atatürk’ün şu sözünde belirtildiği gibi “Yaptığımız ve yapmakta
olduğumuz devrimlerin amacı Türkiye Cumhuriyeti halkını baştan başa çağdaş ve
bütün anlam ve biçimleriyle uygar bir topluluk durumuna getirmektir.” Toplumumuzu çağdaş toplum
yapmak amaçlanmıştır. Son tahlilde ise “Çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne
çıkmak...” ulaşılacak
hedef alarak belirtilmiştir. Bunun anlamı, uygar
ulusların bireyleri düzeyinde bilim, teknolojik yeterlilik ve insansal değerleri benimsemiş ve içselleştirmiş bir toplum oluşturmaktır. Bu
düzeye, gelenekselden hiçbir ödün vermeden ve “Burası Türkiye!..” anlayışıyla
mı varılacaktır?..
Bu acıtıcı çelişkinin altını çizmek zorundayız!..
Burada karşımıza bir başka önemli
sorun çıkıyor.
“ Modernizmi, belli bir
metafiziğin kırılmadığı bir ortamda yalnızca praksis olarak algılamak” (s.21) ve tarihselliği
aşamamış olmayı “dünyaya kendi
gerçeği içinden bakmak”la “...bizatihi
modernizmi önermenin eş anlamlı olduğu” (s.21), görüşünün, praksisin öne
çıkarılarak öznenin yerini tutmasını istemek, böylece olgunun “öne çıkarılmasını
gerçekleştirmeyi düşünmek” (s.21) bize oldukça çelişkili ve
yetersiz gelmiştir. Hele bu gerçekleştirmenin bilinç düzeyinde yapılmasının
olanaksızlığı açık olarak görünüyor. Yaşamını bir aşkın öznenin egemenliği içinde ve
altında sürdürmeye hiçbir soru getirmeyen, içselleştirmek
bir yana, Wittgenstein’ın adını, eğitim
kurumlarında bile duyma olanağı olmayan insanlarla
nasıl gerçekleştirilecektir bu ?.. Egemen olan
aşkın özne, önce praksisi nasıl gerçekleştirecek – gerçekleşebilir mi
ki? gerçekleştirilebilir mi ki?-, praksisle
nasıl yer değiştirebilecektir? Ve tabii Kahraman’ın, A.ilhan’ın böyle bir değişim üzerine
oturduğunu savladığı şiiri (s.26) nasıl
olup da “Türkçe’nin gerçekten de
Modernist bir yaşama biçimine ve
duyarlığına en geniş ölçüde açılan
ses ve söylemlerinden birini kuran” şiir olacaktır, söyler misiniz bana?...
A.İlhah,uzaydan mı inmiştir?
Bir
başka yan, “...Türk şiirinin, (şiire ilişkin) dilin, nesneyi alımlamakta kullanılan sınır ve olanakları Modernist çabalar olarak sonuna değin kullandıktan sonra geriye dönmesine, kendi üstüne kapanarak
gelenek yatağında akarak gelişmesine yol
açmıştır.” (s.27) sözleriyle açıklanan durumdur. Yani Türkiye şiiri, modernist
olanakların tümünü sonuna değin kullanmış ve fakat içine dönerek gelenek
kanalında gelişmesini sürdürmüştür mü deniyor?!..
Böyle birşey olanaksızdır!..
Modernizmin tüm olanaklarını kullanan
şiir, neden aşkın özneyi öte yana itemedi?
Özne, neden şiirimizde de bir iktidar oluştaramadı?
Neden şiirimizde, alttan alta akan bir
aşkın öznenin ağırlığı hep
duyumsanıyor?
Neden hala mistisizmden medet uman ve ona kapanan ozanlar vardır?
Neden hala Divan Şiiri’nin olanaklarını yenileştirmeyi...falan denemek
isteyenler çıkıyor ortaya?
Söyler misiniz bana?
Tüm bu soruların yanıtları verilememiştir yapıtta. Tabii, yanıtları vardır... Ve bunlar, şiirimizin kılcal damarları içinde dolaşmakta
olan, ya görülemeyen ya da görüldüğü
halde söylemekten çekinilen, söylenildiğinde ortalıkta
önemli ölçüde sıkıntılar yaratacağı sanılan
kimi niteliklerin açıklanmamış
olmasında yatıyor.
Çelişkiler
“Bir şiirin,....Yahya Kemal’in
ve Tanpınar’ın ‘deruni’ dediği o dengeyi bulma, kurma yetisinden henüz çok
uzağız...Biz, geçmiş birikimi,onun içselliğini bilmiyoruz.....Bu,içinde
bulunduğumuz kültürü okuma ve tanıma,...insan gerçeğimizi görebilme açılarından
çok önemli bir boşluk(tur) ve bir tek şeye tekabül etmektedir:Dilsizlik!”
(s.12) biçiminde bir düşünce ileri
sürüyor Kahraman.
Demek oluyor ki şiirimiz bir dilsizlik sorunu yaşıyor. Bu sorun yüzünden bir türlü deruni
olamıyor!.. Sığdır şiirimiz!..“Geçmiş birikimlerimiz” ve “içinde
bulunduğumuz kültürü” okuyup tanıma olanaklarımızın bulunmayışından,
olmayışından doğuyor bu durum! Yani, Latin
ABECE’sini benimseyen Türkiye
Cumhuriyeti geçmiş birikimlerimizle içinde bulunduğumuz kültürü okuma ve tanıma olanaklarını elinden kaçırdığı için özellikle şiirimiz bir dilsizlik batağı
içiendedir.
Biraz daha açarsak, Türk Dil
Kurumu aracılığı ile yürütülen dildeki arılaşma çalışmaları
sonucunda Türkiye’de konuşulmakta olan Türkçe’nin birçok sözcüğü yabancı etkisinden
kurtarılarak Türkçeleştirilmiş ve konuşanların
kolayca anlayabilecekleri bir dil haline getirilmeğe çalışılmıştır. Ne ki eski metinler dil engeli yüzünden
anlaşılamadığından dilsizlik sorunu
ortaya çıkmıştır. Ve şiirimizde deruni olmak mümkün olamamıştır. Bu
nedenledir ki Kurum, Netekim Paşa
tarafından kapıtılmış ve bir Devlet
dairesi haline getirilerek Türkçe’yi
emirle düzene sokmakla görevlendirilmiştir.
Artık şiirimiz dilsizlik
sorunu yaşamayacak deruni olabilecekti.
Kahraman’ın, biraz değişik biçimde anlatmağa çalıştığımız
görüşleriyle ne demek istediğini ortaya koyabildiğimizi düşünüyorum.
Bu görüşlerin en ham biçimi de yanlıştır.
Türkçe, ancak Latin
ABECE’si kabul edildikten sonra geerçekten Türkçe olmuştur. Ondan önceki de tabii Türkçe idi. Ne yazık ki Osmanlıca
denilen bir Türkçe. Ne denirse denilsin, Osmanlı, 1920
yılı 23 Nisanından itibaren yıkılmış ve onun yerine
önce Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulmuş ve ardından da 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiştir.
Artık Osmanlı yoktur, Türkiye Cumhuriyeti
vardır. Bu durum bize bu Cumhuriyetin
insanları olarak Osmanlı ile gelen tüm birikimi inkar etmek ve onu hiç kabul etmemek, onun yerine yenibaştan doğmak gibi bir durum getirmiş
değildir. O kültür ile geleneksellik bağlamı içinde
derinden derine gelen kültür bağlarımız tabii vardır. Biz bunu da aşarak Eğitim kurumlarımızda
çocuklarımıza Osmanlının kültür
ürünü olan Divan Şiiri’ni öğretmek de var. Hala o eski ürünleri okutur dururuz.
Çocuk ve gençlerin bunları anlayıp anlamadıklarını, hele kavrayıp
kavramadıklarını hiç mi hiç araştırmayız! Onların
gençlere nasıl bir dünya vadettiğini hiç mi hiç düşünmeyiz, belki de düşünmek
istemeyiz!..
Oysa
Cumhuriyet, Atatürk’ün yukarıya
alınan sözünden de anlaşılacağı gibi baştan
başa çağdaş ve tüm anlamıyla uygar
olmayı hedeflemiştir. Bu düzeye çıkabilmenin
yolu, zihniyetimizi oluşturan ve insanımızın
özne olmasını özenle istemeyen; onun, baş eğen ve söz dinleyen insan olması için ne mümkünse yapılmasını sağlayacak
şeyleri olabildiği kadar üstüne boca etmeğe çalışan: o Divan
Şiiri metinlerinleriyle öteki yazın metinlerindeki zihniyetin bırakın çağdaşlığı ve uygar ulusların
insanını, kendi hakkını bile aramaktan çekinen, bağımlı dedikçe bağımlı bir
insanı dayattığını nasıl görmezden geliriz?
O içinde bulunduğumuz kültürü
okumak ve yaşamak değil bizim istediğimiz artık. Cumhuriyetle birlikte kendi hakkını aramakla yetinmeyen, aynı zamanda ötekinin de hakkını arayan, hukuka bağlı,
bilime inanmış ve özne olabilen, bu özneliği ile etkinleşebilmekten de büyük bir
keyif alan, bu yoldan yürüyerek kendini ve çevresini sürekli değiştirip
güzelleştiren bir insan tipidir üstünde durduğumuz. Bu insanın şiiri, usu ile birlikte oluşturduğu bir dizge olup deruniliğini yapıp ettiklerinden ve bu ve
bu ilişkilerin felsefesinden alan ve yeni bir dil olan şiirdir.
“Modernizmin ikinci evresi olan 1930 sonrası, bir önceki düzeni ortadan
kaldırmayı kendi varoluşunun temeli olarak görmüştür.”(s.19) sözleri yukarıda altını
çizmeğe çalıştığımız temel düşüncenin doğru olduğunu göstermiyor mu? Kahraman, yukarıya aldığımız sözleriyle bu
sözleri yanyana yazdığımızda ve hiçbir görüş belirtmesek bile açıkça çelişkiye düşmüş olmuyor mu?
Bir başka yerde ise “felsefi bir
sorgulama geleneğine sahip olmayan bir bilinç ve söylem”den(s.30) söz ederken özne olamamış,
dünyayı ve şeyleri bu açıdan değerlendirememiş bir insandan yakındığı
açıktır. Oysa bu insan, o içinde yaşadığı kültürü
okuyamayan, anlayamayan; dilsiz birakılmış olduğunu söylediği insandır... Belirttiği gibi o insan, içinde yaşadığı
kültürü okuyabilmiş, anlayabilmiş, dolayısıyla deruniliği bulunan o eski diline
sahip insan olabilseydi eğer o zaman
çevresini sorgulama geleneğine sahip mi olabilecekti yani? O eski Osmanlı insanının böyle bir geleneği
paylaştığını söyleyebilir miyiz? O
Osmanlı insanının bir lokma bir hırka
geleneği içinde yaşayıp öldügünü
yadsımak olası mı?
Çelişkilerle dolu olan bu sözlerin
altında yatan düşünceler içten
değildir!..
Eksiklikler
Yapıtta şiirimiz , Modernizm bağlamında
ele alınmış olsa da onun dönüşüp
değişmesi ve gelişmesi süreci üzerinden değerlendirilmesi
yapıldığı için, bu süreç içinde gelişim basamaklarını en azından sıralamakta
yarar olduğunu düşünüyoruz. Nasıl ki “nerede şiir varsa orada mutlak kenarından
köşesinden Mallarme vardır” demek zorundaysak, “nerede şiir varsa orada Roman
Jakopson’un adı anılmalıdır” demek gerekiyor gibi geliyor bize. Jakopson, Rus şiirinin söz dağarını
değerlendirmiş; şiire ‘sözün tasarruf edilmesi’ açısından bakanan
biriydi. Oysa yapıtta Jakopson’dan hiç söz edilmemiştir. Onun, özellikle bizim
şiirimiz açısından irdelenmesinde yarar
vardı. Önce, şiirin ham maddesinin
algılanmasından başlayan, sonra bu algının
dışavurumunda sözün etkinliğinin ne olması gerektiği hususundaki ilkelerin, bizim için çok önemi var. Kendi içimize dönüp kendindeliklerimizle haşırneşir olmaktan bir türlü paçamızı
kurtaramadık!.. Bu aksak yanımız hala
sürüyor. Daha uzun süre de devam edeceğe benziyor.
OPOYAZ gibi uluslararası bir şiir
hareketinin bile bizim bu tutumumuz karşısında pek önem ve ağırlığı olamıyor.
R.Jakopson’un içinde bulunduğu bu hareketin, dil coğrafyası ve toplumsalı ile bizim
dil coğrafyamız ve toplumsalımız
arasında çok benzerlikler vardır.
Doğaçlamaya yakın bir dilin,şiir
dili olabileceğini söylemek oldukça zordur. Şiir dilinin oluşabilmesi için
algılanıp alımlanan maddenin seçme
ve yerleştirme eksenleri doğrultusunda söz
bağlamında işleme tabi tutulması
gerekiyor. Bu, işçilik ister. Böyle bir işçilik,
seçme ve yerleşetirme boyutları içinde dilin hem sözcük boyutunda (sözcüklerin bağlaşıklıkları da dahil) hem de sözdizimi boyutunda
anlamsal bozmaya uğratılmayı getirir ki yeni dil bundan doğar. Jakopson’a o nedenle, her
durumda başvurulması gerekmektedir.
Bu, yapılmamıştır!..
Bir başka yerde Kahraman, “okuma tekil bir eylemdir. O nedenle hiçbir
‘iki’ okuma aynı değildir, olamaz da” (s.339) diyor
ve “Bu tekillik, nesnenin kendi
varlıksallığından soyutlanarak başka bir düzlemde gerçekleşmesi, yani
aşkınlaşmasıdır.....Metin aşkınlaşırken kendinden soyutlanmaktadır öyleyse bu olgunun kendisi
yoklukla ...ilgilidir ki şiir-kutsallık ilişkisini sağlayan da bu
ilişkidir.”(s.339) diye ekliyor.
Bu açıklama, Derrida’nın getirdiği “aşkın okuma” kavramına bağlanmıştır. Okuyucunun şiir metnini
kendine göre okuyarak var edeceğini,
böylece şiirin her okunuşunun yeni bir okuma ve yeni bir metin oluşturmla
anlamına geleceğini söylemektedir. Bu
anlayış bizce aşkınlıktan çok
şiirin oluşum aşamasındaki kurmaca yapısına dayandırılmak zorundadır. Çünkü o “yazı-şiir”,
kurmacanın olanaklarıyla (ve R.Jakopson’un irdelediğimiz yöntemiyle) oluşan yeni
bir dildir. O dil, her okuyana yeni bir şey söyler. Tıpkı her okuyuşta yeni
bir boyut keşfedilmesi gibi... O nedenle Kahramın’ın bu açıklamasına
katılamıyoruz.
Popüler Kültür ve Türkiye Şiiri[5]
Kahraman, “geleneği yeniden üretmeğe çalışan modernizm ise ancak
postmodernizmdir.”(s.33) değerlendirmesini
yapıyor. Hemen Yahya Kemal’i
anımsıyoruz... Bu konuda en belirgin çalışmalar ve ürünler onundur.
Sonra Turgut Uyar’ı düşünüyoruz. Divan’ını düşünüyoruz... İsmet Özel
var... Mistisizmden bir türlü kopamıyor. Necip
Fazıl var tabii. Eskinin erdemi
de eskinin erdemi!.. Şu noktaya geliyoruz tabii: bunlar hep postmodern ozanlardır.[6]
Popüler kültürün bizi getirdiği bugünkü
noktada şiir, tabii adları sayılan bu kişileri çok çok aratıyor.
Çünkü artık parlaklık,
gösterişe uygunluk ve her ne olursa olsun etki altına almak... gibi özellikler sanatın tüm alanlarına ve bu arada
tabii şiire de egemen oldu.[7]
Şiirin nasıl dediği hiç önemli
olmayan ne ki parlak ve içi boş sözlerle örülmüş ve
kamera karşısında vücut dilini
olabildiği kadar etkileyecek biçimde kullanılarak okunan, bu sırada müzikten ve sahne
sanatlarından da yararlanmayı hiç ihmal etmeyen bir...alan olarak sunulması...
Kamera
karşısında okunanın şiir olup olmadığı önemli değildir. Onun bir gösteri öğesi olarak kullanıma uygun olup
olmadığı önemlidir.
“Bilincinde hiçbir şey kalmayan, ancak reklam
yapılan maddenin üstün gücüne teslim olan
izleyici, dayatılan malları kendine ait kılarak ruhsal huzur satın almaya
çalışır.”[8] tümceleriyle ortaya konulan reklam denklemi,
şiirin popüler kültür kapsamında ele alınmasında aynen şiire de uygulandı. Ve
şiir de dinleyenlerin bilinçlerinde herhangi bir değişiklik ve katkıda
bulunmadı;bulunması da beklenmemeli!..
Kalın çizgileriyle çizilmiş bulunan bu popüler anlayış gittikçe yayılıyor.
Şiir de artık bir meta halini
almıştır. Para eden ve alınıp
satılabilen bir ‘şey’ olması onun hem
iktidar olmasını hem de tözünü tehdit ediyor.
“Her şey şiir için!..” diyenler, geride kalırlarken, “her şey
para için!..” diyenler çok öne geçmişlerdir.
“İnsanların bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır” denilmiştir.[9]
Her şey para için diyenlerin
bilinçleri, içinde yaşadıkları
toplumsaldan büyümüştür. Onlar Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra oluşan yeni dünyanın ekonomik
düzeninin getirdiği bir geniş ve gittikçe derinleşen otamda yaşamaktadırlar. “Biz bu ortamı istemiyoruz!” diyenlerin
bulunmasına karşın hemen herkes böyle bir ortamda yaşıyor. Bu ortamın en belirgin
yanı bir ucunda ‘tembellik hakkı’nı
savunma, öteki ucunda ise daha çok
çalışma, daha çok üretme, kazanma ve daha çok tüketme anlayışı var. Tüketme
anlayışı, gittikçe yaygınlık kazanıyor. Önlenmesi de olanaksız görünüyor.
Paranın böyle bir dünyada geçerliliği çok yüksek...
Ne var ki bu değişitirilmesi
olanaksız gibi görünen ortamın sanatı (
bu arada şiiri) da etkilemesi, dünyanın tümden çekilmez bir bela olmasından başka
bir şey getirmiyor!.. Şiir, giderek yok oluyor. Çünkü
paranın egemenliğii sonucunda şiir de bir meta olarak kullanıcılarınca çok ilkelde tutulmak isteniyor. ”Para ile imanın
kimde olduğu bilinir mi ?” Oysa şiir
bir düzey işi!.. O düzey yoksa, şiir de yoktur! O düzeye ulaşılamamışsa şiire de
ulaşılamıyor!
Tüm bunlara karşın kimi metinlere “yazı-şiir”
deniyor!.. Ne ki bu, topludurumsaldır
(konjoktürel) ve geçici olduğunu sanıyorum.
Şiirin böyle bir ortamda sürekli
olarak savunulması gerekiyor. Bunu sağlamak gerekiyor. Sağlanamayacaksa eğer şiir alttan alta sürer. Sonra bir zaman
gelir bir yerlerden tekrar filizlenip çıkar. Ne ki çok zaman geçmiştir artık...
Böyle bir duruma izin vermemeliyiz!..
Marx, “Somut, çok sayıda belirlemelerin sentezidir. ...Somut insanlar
katıldıkları (bizzat
katıldığı, bizzat gerçekleştirerek katıldığı, gerçekleştirmediği,
etkilemediği halde katıldığı MŞ.) ve kavrandıkları ( kendisini anlatmak,
tanımlamak için o ilişkiyi açıklamanın zorunlu olduğu MŞ.) ilişkilerin çok sayıdaki belirlemelerinin senteziyle
belirlenirler.” diyor.[10]
Demek ki Marxist özne, somuttur. O, katılan ve kavranan insandır. O insan,dönüştürüp
değiştirendir. Marxist özne dönüştürüp
değiştiren öznedir. Bu öznenin etkinliklerini diyalektik yöntemle açıklamak,
anlamak gerekiyor. Çelişkileri ortaya koymak, tez-antitez-sentez, olumsuzlama ve
olumsuzlamanın olumsuzlanması...yoluyla ‘şeylerin’ madde ve süreç olarak
kavranmasını ve açıklanmasını gerçekleştirmektir bu. Bireysel ve toplumsal değişim ve dönüşüm
içinde olan şeyin/şeylerin bu değişim ve dönüşümünün gerekçesini iyi anlamak
için böyle bir yol tutulmuştur. Madde
olarak açıklamanın anlamı budur. Süreçten ise, dönüşüm ve değişimin nereden
başladığını, neden o noktadan başladığını, nereye dek sürdüğünü,
süreceğini; neler getirdiğini, getireceğini ya da değiştireceğini... anlamalıyız.
Şiir böyle bir zemin üzerine oturtulamazsa
şiir olmaz, olamaz!.. Çünkü o, özünde
devrimci bir töz taşımaktadır ve o töz dışa doğru şiirin toplumsallığına önemli ölçüde katkılarda bulunur. Şiirin okunmasının yaygınlaştırılması, hem
bireysel düzeyde hem de toplumsalda insanların dönüşüp değişmede etkin yer almalarını getireceğinden bireyin oluşumuna da katkılarda bulunur. İçine kapanan ve
sayıklamalarla oluştuğunu gördüğümüz söz yığınlarıyla kurulmuş metinlerin
şiir olmasının hiçbir değeri ve anlamı olamaz!..
Lacan’ın psikanaliz yöntemi ile
birlikte düşünülmüş bile olsa özne, yine bir dönüşüm ve değişim ile birlikte vardır. Freud, rüya
çözümlemelerinde izlediği yöntemi sağaltımda etkin bir yöntem olarak
kullanmıştı. Hala da öyle yapılıyor. Bu
yöntemden yürüyerek ulaşılan Lacan’cı
özne, neden Marxist özne olarak tanımlanandan ayrı olsun?.
Şiir-iktidar ilişkisi, böyle etkin bir özne üzerine oturmaktan besleniyor.
Özünde dönüştürme ve değiştirme gibi işlevler bulunan öznenin, şiirin hamaddesini dönüştürüp değiştirmesi eylemi ozanına,
bir tür karşı koyma statüsü
kazandırıyor. Bu, onun iktidarını
sağlamaktadır. Rüyaların
analizleriyle ortaya çıkan yeni dünyada etkinliklerde
bulunularak bir dönüşüm ve değişim
sağlanmaktadır. Bu yolla, dönüşüm ve
değişim sağlayan bir iktidara yürünmektedir.
Batılle’ın erotizm üzerindeki çalışmaları da böyle bir iktidar
oluşumunun bir başka yolunu aydınlatıyordu.
Tüm bu söylenenlerden ortaya çıkan gerçek şudur:
Hasan Bülent Kahraman, bu yapıtında şiirin özne ile
olan bağlantı dönüştürüp değiştirme
işlevi olduğunu göstermekten
kaçınmıştır. Freud’dan, Lacan’dan, özneden söz etmiştir etmesine. Ne ki
bunların şiirle olan bağlantısındaki işlevsellik,
çok üstten tutma bir biçimde işlenmiştir.
Oysa şiirin
çok yeni bir yaklaşımla ele alınması ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu,
bir yön değiştirme işlemidir. A.İlhan’ın bir konuşmasında söylediği gibi[11]
şiiri, yazılan değil söylenen bir nesne olarak sunarsanız sonuç bu noktaya
geliyor!.. Söylenen bir nesne olarak algılanan şiirin izlediği yolun ve üzerinde yükseldiği zeminin temizlenmesi
gerekiyor. İzlediği yol değiştirilmelidir. Şiir çalışalarak yazılmalıdır. Bunun
açılımında bilim, teknoloji vardır. Bilim
ve teknolojiyle birlikte dönüşüm ve
değişim vardır. Yenilenme vardır. Bunların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu
noktalara dokunulmamıştır.
Şiir , buyaşamsal işlevlerinden olabildiğince soyutlanarak kullanılmak için
popüler kültürün bir öğesiymiş gibi ele alınmakta ve kullanılmaktadır. Bu kullanıma yapıtta hiç dokunulmamıştır bile. Bu konuda bir tür sessizliğe bürünülmenin ve
şiirimizi, kavramlara boğarak açıklamaya
çalışmanın altında, ona bakışımızda
ve değerlendirmelerimizdeki yaklaşımın dönüştürülüp değiştirilmesi
gerektiğinin ayrımına varılmasının istenmediği yatmıyordur umarım!..
e-mail : muhsinsener@superonline.com
[1]
Hasan Bülent Kahraman,Türk Şiiri
Modernizm Şiir, Büke Y., İstanbul,2000
[2]
M.Horkheimer-T.W.Adorno, Aydınlanmanın
Diyalektiği I. Çev.Oğuz Özügül, Kabalcı y.,İstanbul, 1995
[3]
Burjuvazinin değişip dönüşmesi
sırasında moda olanla karşı aptalca tutkunluk,düşkünlük
[4]
Prof.B.Akarsu,Felsefe
Terimleri Sözlüğü, s.115 , M.Buhr-A.Kosing, Felsefe Sözlüğü,s 155
[5]
‘Türk Şiiri’ yerine ‘Türkiye Şiiri’ tanımlamasını
öneriyorum. Türk Şiiri tanımı Alman Şiiri, Fransız Şiiri, İngiliz
Şiiri... gibi bir tanımlamadır aslında. Ne var ki, Türk Şiiri tanımlamasında,
Türk olmanın şiire getirdikleri, en azından manevi bir yoğunluk olarak yerini
alıyor. Yani bir yönden Türk Şiiri tanımı, etnik kökenle organik bağlamda
birleşmiş oluyor. Böyle bir bağlantının şiir için çok sakıncalı olacağını
düşünüyorum. Çünkü şiir, evrensellik süreyini hep yanında taşıyor; şiir
olmasıyla taşıyor. Bu onun, şiir olmasından gelen bir nitemdir. Fransız Şiiri,
Alman Şiiri, İngiliz Şiiri... tanımlamalarında da etnik köken bağlamının yeri
olabilir(vardır demiyorum). Ne var ki, bu izler, bizim Fransız Şiiri, Alman Şiiri,
İngiliz Şiiri... dediğimiz ürünlerde en aza indirgenmiştir. Bu durum, öyle kolay kolay göz ardı
edilemeyecek bir özellik olarak görünüyor bize. Çünkü, biz ulus olarak kendimizi
öteki uluslardan çok daha önde ve onları küçük gören bir düşünce ve duygu seli
içinde yetiştirilmişizdir. Başka uluslara özellikle müslüman olmayan Avrupalılara ‘gavur’
olarak bakar, onları hep bu küçültücü sıfatla tanımlamaya özen gösteririz.
Onlara göre biz, önde ve yukarılarda bir yerdeyizdir! Böyle bir yaklaşım,
insanımızın hücrelerine sinmiştir sanki. Kuzey Irak Harekatı sırasında hükümet
tarafından orduya yeteri kadar ödenek verilmediğinin ortaya çıkması üzerine üst
düzey bir sorumlu bakınız neler söylüyor: “Bir büyük devletin, Silahlı
Kuvvetleri, büyük Türkiye’nin Silahlı Kuvvetleri’nde hiçbir şekilde acz
olamaz.”(Radikal, 8 Haziran 1997, s.6).Kötü bir anlatım; şunu demek istiyor
sanıyorum: “Türkiye, büyük bir devlettir. Onun Silahlı Kuvvetleri de büyük
bir kuvvettir. Böyle büyük bir kuvvetin acz içinde olması mümkün değildir...”. Sanırım,
bunu demek istiyor. Ne var ki, hiç de öyle demiyor. “Türkiye’nin Siyahlı
Kuvvetleri’nde hiçbir şekilde acz olamaz demek, Türkiye’nin Silahlı
Kuvvetlir’nde acz olması eşyanın tabiatına aykırıdır” demektir. Oysa, ordunun
yetkilisi böyle bir “acz içine” düştüklerini söylüyor. Gerçek olan onun
söylediğidir. Hükümet yetkilisiyse böyle bir şeyin gerçekleşme olasılığının
bulunmadığını söylüyor. Neden öyle söylüyor? Çünkü, Türk Devleti’nin böyle
bir durumda olması mümkün değildir diye düşünüyor. “Herkes böyle olabilir,
fakat Türkler olamaz!...” Böyle bir yaklaşım olabilir mi? Böyle bir yaklaşım
temelde bir etnik köken anlayışına dayanmakta olup demokratik yaklaşıma, demokratik
düşünceye taban tabana karşıt bir görüşü deyimliyor. Böyle bir yaklaşım,
hükümetin en yetkili kişisinde varsa, varın siz ötekileri düşünün! İşte çok
yakın bir örnek... Türk Şiiri gibi bir yaklaşımın biçim olarak Fransız Şiiri,
Alman Şiiri, İngiliz Şiiri... gibi bir tanımlamaya benzetilmesi yetmiyor. Çünkü,
böyle bir tanımlama şiirimizi bir etnik kökenin içine, iterek sokuyor ve şiirimizin
oradan çıkarılması bir daha hiç de kolay olmuyor.
Türkiye Şiiri tanımı,
Türkiye coğrafyasında ve Türkiye tarihiyle, kültürüyle sınırlıdır. Türkiye
adını taşıyan o coğrafyanın ve tarihin, kültürün şiiridir, bizim üzerinde
çalıştığımız şiir. Onu kuramlarına bağlamak istiyoruz ve o nedenle yola
çıktık. Bizce en doğru tanım, Türkiye Şiiri tanımıdır. Bizi bu tanıma taşıyan
önemli nedenlerden biri de, Orta Asya’da özgürlüklerini yeni almış ve dili
Türkçe olan Türk devletlerinin, eğitim programlarına alınmış şiirleri için bir
çalışma yapmadığımızı göstermektir. Çünkü, o şiirlerin Türkiye Şiiri
olmadığını biliyoruz. O şiir, örneğin Azerbaycan coğrafyasının, tarihinin
şiiridir. O şiirin bizim şiirimizle ilişkisi salt Türkçe’nin bir kolu ile
söylenmiş/yazılmış olmasındadır.Bundan öte bir benzerliğinin bulunduğunu ise
hiç sanmıyorum. Çünkü o coğrafya ve tarih, yepyeni bir kültür koymuştur ortaya. O
kültürün yansımaları vardır onların şiirlerinde. Ne yazık ki eğitim
programlarında bu ülkelerin şiiriyle şiirimiz arasında organik bir bağ kurma
zorlamasına önemle ve bilinçle sürüklenilmektedir. Böylece, ne olduğu çok iyi
bilinmeyen, ne ki sık sık kullanılan ve bir tür maymuncuk laf haline gelmiş bulunan
‘birlik beraberlik’in, yine bir tür maymuncuk laf halini almış olan ‘bin yıllık
gecikme’nin kapatılmasıdır yapılmak istenen. Bir zamanlar, “Adriyatik’ten Çin
Denizi’ne kadar bir Türk devleti” gibi tanımlamalarda yapılmıştır en yetkili
ağızlarca. Tabii bu sözler, geçen zaman içinde ağır biçimde tarafımızdan geri
alınmıştır. Ve dikkat edilirse şimdilerde artık hiç kullanılmamaktadır. Çünkü,
yanlış kullanılmışlardır ve etnik kökenlidirler. Dünya toplu durumunu hiç
bilmemesinin sonucunda söylenmiş, gerçeklikle ilişkisi bulunmayan ve gerçek
olmadığı sonradan anlaşılsa bile bu ulusun insanlarınca gerçek mi, gerçek değil
mi araştırmasının ve incelemesinin hiç de yapılmayacağı bilindiğinden, onların
etnik duyguları okşanarak bir süre idare edilmiştir.
Çok bilinen ve kullanılan
“Vatan-Millet-Sakarya!..” sloganının altında yatan, ayakları havadaki düşünceye
hiç mi hiç inanmadığımızdan Türk şiiri tanımlamasını kullanmıyoruz, Türkiye
Şiiri tanımlamasını kullanıyoruz. Bu tanımlama, çalışmamıza daha uygun
düşüyor ve daha demokratik bir yaklaşımı betimliyor. Etniğin lekeleyen gölgesini,
şiirin parlaklığının üzerine düşürmek hiç de işimize gelmiyor, hatta böyle bir
şey yapmanın hiç affedilemeyecek bir suç olacağını düşünüyoruz.
[6]
ATV’nin İkinci Bahar dizisi için düzenlediği Siyaset Meydanı’nda gazeteci
olup bu dizide komiser rolüne soyunan Ali Sirmen’in söyledikleri bu anlamda çok
dikkat çekiciydi. “Ben”, diyordu Sirmen “önceleri arabeske kızardım, bu tür
müziği dinlemezdim. Sonra dikkat ettim yaşamımızın da arabesk olduğuna kanaat
getirdim. Şimdi, artık arabeski hiç yadırgamıyor, hatta seviyorum. Bizim yaşamımız
da arabesk!..”
[7]
M.Şener, Şiir
Kasetleri, Dize Şiir Dergisi, Eylül 1999, 47. sayı
[8]
Eugane Lunn, Marxism
ve Modernizm,. s.199
[9]
K.Marx, Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, s.29
[10]
R.Coward- J.Ellıs,Dil ve Maddecilik,s.147)
[11]
E Dergisi, Haz. 1999 sayısı, A.İlhan’la yapılan bir görüşme
Bu sitedeki eserler yazarın izni olmadan herhangibir şekilde kopyalanamaz veya yayınlanamaz.
Yazıların her haklı saklıdır.